40 yıldan fazla çalıştı babam. “Daha da çalışacaktım ama ayaklarım el vermedi” der, üzülürdü. Ameliyatlar, protezler, aylarca hastane yatışları, tedavi edilemeyen ağrılar, kazalar, yeniden ameliyatlar….
Ayak ağrısını çok küçük yaşlarda çekmeye başlamış. “Tekerlekli tahta bir arabamız vardı , mahalleden çocuklarla üzerine doluşur, tepeden aşağıya avaz avaz bağırışlarla kayardık. Bir gün dere yatağına yuvarlandık. Ayağım fena incindi. O günden sonra da hiç eksilmedi. Yıllar içinde doktorlar, kocakarı ilaçları , kaplıcalar neler neler denendi fakat tıp tabi şimdiki gibi değil… İhmal de ettik anlaşılan. Genç yaşta çalışmaya da başladım. Tornacılar güneş görmeyen atölyelerde çalışırlar. Gün içinde sabit, sürekli aynı yerde saatlerce durmak zorundadırlar. Mesleki şartlarda ilave olunca romatizmaya çevirdi işte.” Böyle derdi.
Bildim bileli aksayarak yürürdü babam. Sabahın karanlığında işe gider, gece çok geç saatlerde eve dönerdi. Çoğu geceler göremezdik yüzünü. Bazen uyumak istemez, babamı bekleyelim diye ısrar ederdik. Pencerenin pervazına kız kardeşimle sıkışırdık. Annem sırtımıza bir hırka verir, bizi kucaklardı. Köşeden babamın servis aracı görünür, babam araçtan ağır ağır inerdi. Bizi pencerede görünce gülümserdi. Hemen kapıya koşardık. Babamız bizi kucaklar “Uyumadı mı benim kızlarım” der, saçlarımızdan öperdi. Yanaklarımızdan pek öpmezdi. Elini yüzünü yıkadıktan sonra kanepeye otururdu, yüzünde tatlı huzuru belirdiği anda atlardım kucağına. Kız kardeşim omuzlarına çıkardı. Annem “babanız yorgun, azıcık nefes alsın” dese de dinlemezdik. Süratle günlük olan biteni anlatmaya başlardım. Babam “yavaş anlat kızım, acele etme, hepsini dinleyeceğim” der, biraz yavaşlar sonra yeniden heyecanla hızlanırdım. Gülüşmeler, gülüşmeler…
“Çocuklarınızı çok öpün, zîrâ her öpücük için size cennette bir derece verilir ki, iki derece arasında beş yüz yıllık mesâfe mevcuttur. Öpücüklerinizi sayarlar ve sizin için yazarlar.” (Zeyd İbnu Ali İbni Huseyn İbni Ali İbni Ebî Tâlib, Müsnedu Zeyd İbnu Ali, Lübnan, 1966, s. 505 )
Çok çalışıyor olmasına rağmen bizlerle her vakit alakadar olmuştu. Sık sık gezdirirdi. Eğlendirirdi. Yoğurt yemeye Kanlıca’ya, balık yemeğe Anadolukavağı’na giderdik. En iyi yerlerden giydirir, en güzel yerleri yaşatırdı. Her ay –o zamanın meşhur mekanlarından- Şan tiyatrosundaki gösterilere götürürdü. Sadece ben ve kardeşimi değil, apartmanımızdaki tüm çocukları toplardı. Çocuk festivalleri, sirkler, değişik oyuncaklar… Hiç unutmam bir gün teyzem “Enişte çok şımartıyorsun bu kızları, büyüdüklerinde zapt edemezsin, önlerine geçemezsin, alıştırma bu kadar rahata ve bolluğa” demişti de babam “Benim kızlarım gözü gönlü tok, hayatın lezzetlerini yaşayarak büyüyecekler. Gücüm elverdiğince yaşatacağım. Ama olur da gün gelir bunlara ulaşamazlarsa sabredip eldeki ile yetinmesini bilirler, öyle yetiştiriyorum” diye cevap vermişti. Canım babam…
Karşısına alıp uzun uzun öğütler veren biri değildi. Öğrettiği her şeyi yaşayarak aktarırdı bize. Kul hakkına çok dikkat ederdi. Su faturalarımız az geliyor diye su sayacına “Bozuk olabilir, kontrol edilsin” diye not bırakmıştı. Görevli memur ilgilenmeyince İSKİ ye telefon açtı, güldüler babama. Bir gün memuru kapıda yakaladı ve neden ilgilenmediklerini sordu. Memur “Aman bey amca, millet az gelsin diye uğraşır senin derde bak. Ne kurcalıyorsun” dediğinde sinirlenmiş “Efendi efendi, yetmiş milyonun hakkı var bu suda. Yarın ebedi alemde her biri ile nasıl helalleşirim. Vazifeni yap, kontrol ettir” demişti. İşte o an bizde bıraktığı tesir hiçbir nasihat ile sağlanamayacak kadar müthişti.
“Biz mutlaka sizi biraz korku ile, biraz açlık ile, yahut mala, cana veya ürünlere gelecek noksanlıklarla deneriz. Sen sabredenleri müjdele! Onlar öyle kimselerdir ki, başlarına musibet geldiğinde, ‘Biz Allah’a aidiz ve vakti geldiğinde elbette ona döneceğiz.’ derler. İşte Rableri tarafından bol mağfiret ve rahmete mazhar olanlar onlardır. Hidayete erenler de ancak onlardır.”(Bakara, 155-157).
Bir yanıt yazın