1 – ALLAH: Kendisinden başka ilah olmayan her şeyin gerçek mabudu.
2 – Er-RAHMAN: Dünyada bütün mahlûkata rızk veren.
3 – Er-RAHİM: Ahirette yalnız dostlarına, iman ehline rahmet eden.
4 – El-MELİK: Bütün mevcudatın gerçek sahibi ve tek hükümdarı.
5 – El-KUDDÜS: Bütün mahlûkatı maddi-manevi kir ve ayıplardan temizleyen.
6 – Es-SELAM: Her tür ayıptan uzak‚ her türlü afetten beri olan, kullarını da selim kılan.
7 – El-MÜ’MİN: Kullarına vadinde sadık olan. Kalplerde iman nurunu yakan ve kullarına güven veren.
8 – El-MÜHEYMİN: Bütün varlıkları ilim ve kontrolü altında tutan, görüp gözeten demektir.
9 – El-AZİZ: Kahreden‚ galebe çalan; sonsuz izzet sahibi olan.
10 – El-CEBBAR: Mahlûkatı mecbur eden; ne isterse istediğini zorla yaptıran.
11 – El-MÜTEKEBBİR: Sonsuz büyüklük ve azamet sahibi. Mahlûkata ait sıfatlardan yüce ve uzak…
12 – El-HÂLIK: Her şeyi yoktan var eden.
13 – El-BARİ: Mahlûkatı, yoktan‚ örneksiz olarak, aza ve cihazlarını birbirine uygun olarak yaratan.
14 – El-MUSAVVİR: Her varlığa münasip şekil veren, farklı suretlerde yaratan.
15 – El-GAFFAR: Kulların günahlarını tekrar tekrar ve çokça affeden.
16 – El-KAHHAR: Her şeye galip gelen ve bütün düşmanlarını kahreden.
17 – El-VEHHAB: Bol bol hediyeler veren.
18 – Er-REZZAK: Bol bol veren; rızka muhtaç bütün mahlûkata rızk veren.
19 – El-FETTAH: Kulları arasında hâkim olan. Her şeyi hikmetle açan…
20 – El-ALİM: Her şeyi en ince ayrıntısına kadar hakkıyla bilen.
21 – El-KÂBİD: Lütuf ve hikmetiyle istediğinin maddi-manevi rızkını daraltan.
22 – El-BÂSIT: Lütuf ve hikmetiyle istediğinin rızkını açıp genişleten.
23 – El-HAFİD: Zorbaları ve firavunları alçaltan, onları hor ve zelil eden, değersiz kılan…
24 – Er-RÂFİ’: Dilediğinin makam ve mertebesini yükselten, dostlarını yücelten; dilediğini aziz kılan.
25 – El-MUİZZ: İstediğine izzet ve şeref verip yükselten..
26 – El-MÜZİLL: İstediğini zelil edip alçaltan.
27 – Es-SEMİ’: Gizli-açık her sesi, her yalvarış ve yakarışı işiten, duyan.
28 – El-BASİR: Her şeyi bütün incelikleriyle gören.
29 – El-HAKEM: Hükmeden, her şeye hâkim olan; her hakkı yerine getiren.
30 – El-ADL: Doğru hüküm veren, zulmetmeyen. Allah mutlak âdildir; zulmü ve zalimi sevmez.
31 – El-LATİF: Lütuf ve keremi bol olan. Kulun isteğini yumuşakça ve kolayca veren…
32 – El-HABİR: Olan ve olacak her şeyi bilen, her şeyden haberdar olan.
33 – El-HALİM: Yarattıklarına son derece yumuşak muamele eden.
34 – El-AZİM: Büyüklüğünün sınırı olmayan, kendisine büyük ümitler beslenen.
35 – El-GAFUR: Kullarının günahlarını çokça bağışlayan, bağışlamaktan bıkıp usanmayan.
36 – Eş-ŞEKÜR: Rızası için yapılan işleri bol sevapla karşılayan ve mükâfatlandıran.
37 – El-ALİYY: Her şeyiyle yüce ve yüksek olan.
38 – El-KEBİR: Celâlinin (büyüklük) ve şanının yüceliğine hudut olmayan.
39 – El-HAFIZ: Her şeyi muhafaza edip koruyan.
40 – El-MUKÎT: Her şeye muktedir olan; her türlü mahlûkata uygun rızk veren.
41 – El-HASÎB: Kulların bütün fillerinin hesabını gören, her şeye yeten.
42 – El-CELİL: Yücelik ve ululuk sahibi olan.
43 – El-KERİM: İyilik ve ikramı bol olan.
44 – Er-RAKÎB: Bütün varlıkları görüp gözeten, kendisinden hiçbir şey gizli olmayan.
45 – El-MÜCİB: Kullarının duasını kabul edip, cevap veren.
46 – El-VÂSİ’: İlim ve ihsanı her şeyi içine alan, zenginliği ve rahmeti her şeyi kuşatan.
47 – El-HAKİM: Hikmet sahibi olan; her şeyi yerli yerinde yapan.
48 – El-VEDÛD: İtaatkâr kullarını çok seven, onlardan razı olan ve çok sevilen.
49 – El-MECÎD: Azamet, şeref ve hâkimiyeti sonsuz; keremi geniş olan.
50 – El-BÂİS: Peygamberler gönderen, mahlûkatı, ölümünden sonra âhirette yeniden dirilten.
51 – Eş-ŞEHİD: Kendisine hiçbir şey gizli olmayan; her yerde hazır ve nazır olan ve her yapılanı gören.
52 – El-HAKK: Varlığı ve vücudu gerçek olan, hiç değişmeden daima sabit olarak duran.
53 – El-VEKİL: Kendisine güvenen kullarının işlerini en şekilde gören, yoluna koyan; kulların rızklarına kefil olan. “(Dediler ki) Allah bize yeter, O ne güzel vekildir.”(3: 173)
54 – El-KAVİYY: Gücü ve kuvveti sonsuz olan, kendisini hiçbir şey aciz bırakamayan.
55 – El-METİN: Hiçbir şey kendisini sarsmayan ve kendisine güvenilen; hiçbir fiilinde sıkıntı çekmeyen.
56 – El-VELİYY: Müminlerin yar ve yardımcısı olan.
57 – El-HAMÎD: En çok övülen ve övgüye layık olan.
58 – El-MUHSÎ: İlmiyle her şeyi sayan, büyük veya küçük hiçbir şey gözünden kaçmayan.
59 – El-MÜBDİ: Eşyayı yoktan ilk defa var eden, yaratan demektir.
60 – El-MUÎD: Mahlûkatı hayattan sonra tekrar ölüme, öldükten sonra da tekrar hayata iâde eden.
61 – El-MUHYİ: İhya edip dirilten; canlılara hayatı veren.
62 – El-MÜMÎT: Yarattığı canlılar için ölümü yaratan, öldüren.
63 – El-HAYY: Gerçek hayat sahibi, diri ve canlı olan
64 – El-KAYYUM: Gökleri, yeri ve bütün mahlûkatı ayakta tutan.
65 – El-VÂCİD: istediğini bulan; fakirliğe düşmeyen daima zengin olan.
66 – El-MÂCİD: Sonsuz şan ve yücelik sahibi olan.
67 – El-VÂHİD: İsim, sıfat ve işlerinde ortağı olmayan; tek başına olan, yanında bir başkası olmayan.
68 – El-EHAD: Tek olan, kendisinden başka ilah olmayan, eşi ve benzeri bulunmayan.
69 – Es-SAMED: Her şey ve herkes kendisine muhtaç olan, kendisi hiçbir şeye ve hiçbir kimseye muhtaç olmayan.
70 – El-KADİR: Sonsuz güç ve kudret sahibi olan.
71 – El-MUKTEDİR: Her şeye gücü yeten. Kadir’den öte bir güçlülük ifadesi.
72 – El-MUKADDİM: Dilediğini öne geçiren; her şeyi yerli yerine koyan.
73 – El-MUAHHİR: İstediğini erteleyen, geriye bırakan; takdimi hak edeni takdim, tehiri hak edeni tehir eden.
74 – El-EVVEL: Bütün eşyadan önce var olan demektir.
75 – El-AHİR: Bütün eşyadan sonra baki kalacak olan demektir.
76 – Ez-ZAHİR: Her şeyin üstünde zahir olan ve onların üstüne çıkan; varlığı apaçık görünen.
77 – El-BATIN: Mahlûkatın nazarlarından gizlenen; her şeyin iç yüzünden haberdar olan.
78 – El-VALİ: Eşyanın maliki olan ve onlarda tasarruf eden; mahlûkatın işlerini yoluna koyan.
79 – El-MÜTEÂLİ: Mahlûkatın sıfatlarından uzak olan, bu sıfatların biriyle muttasıf olmaktan yüce ve âli olan.
80 – El-BERR: Katından gelen bir iyilik ve lütufla, kullarına karşı şefkatli ve merhametli olan.
81 – Et-TEVVAB: Bütün tövbeleri çokça kabul eden.
82 – El-AFÜVV: Kullarının günahlarını çokça affeden.
83 – El-MÜNTEKİM: Dilediğine ceza vermede şiddetli davranan; suçluları müstahak oldukları cezaya çarptıran.
84 – Er-RAUF: Kullarına çok şefkatli ve merhametli olan. Re’fetle rahmetin farkı: Rahmet bazen maslahat gereği istemeyerek olabilir. Re’fet isteksiz olmaz, isteyerek olur.
85 – Zü’l-CELAL-İ ve’l-İKRAM: Büyüklük, fazl ve kerem sahibi olan.
86 – El-MUKSİD: Hükmünde âdil; bütün işleri denk ve birbirine uygun olan.
87 – El-CAMİ’: İstediğini, istediği şekilde toplayan; kıyamet günü mahlûkatı toplayan demektir.
88 – El-GANİY: Gerçek zenginlik sahibi olan ve hiçbir şeye muhtaç olmayan.
89 – El-MUĞNİ: Mahlûkatının ihtiyaçlarını giderip zengin kılan.
90 – El-MÂNİ’: Dostlarını, başkalarının eziyetinden koruyan; istediği şeyin meydana gelmesine engel olan.
91 – Ed-DÂRR: Hikmeti gereği elem ve zarar verici şeyleri yaratan.
92 – En-NÂFİ’: Faydalı şeyleri yaratan.
93 – En-NUR: Körlüğü olanları nuruyla görür kılan, dalâlette olanları da hidayetiyle irşat eden; âlemleri aydınlatan.
94 – El-HADİ: Kullarına hidayet veren, doğru yola ulaştıran.
95 – El-BEDİ: Eser ve ihsanıyla apaçık görünen.
96 – El- BAKİ: Varlığının sonu olmayan, sonsuz ve baki olan.
97 – El-VÂRİS: Bütün mülk ve servetlerin gerçek sahibi olan; mahlûkatın yok olmasından sonra da baki kalan.
98 – Er-REŞÎD: Bütün işlerini ezeli hikmetine göre neticeye ulaştıran; mahlûkata maslahatlarını gösteren.
99 – Es-SABUR: Asilerden intikam almada acele etmeyen, cezalandırmayı belli bir müddet tehir eden.
Hatırlar mısın oyuna daldığın solgun ikindileri? Terk edilmiş sokak başlarını süsleyen çocuksu neşelerde yitirirdin kendini. Üşüdüğün aklına düşmezdi. Toprak kiri ellerini küçük sevinçlerin yumağına sarıp ısıtırdın. Gece, kuzgunî bir şal gibi ağır ağır omuzlarına çökerdi; aldırmazdın. Oyunun heyecanıyla aydınlatırdın yüzünü, gözlerini. Acıktığını fark etmezdin. Oyuncak zaferleri kut ve gıda eylerdin kalbine. Evi unuturdun. Sıcak odalardan uzaklığına yanmazdın. Bilmezdin ki sen pencere önü çiçeğisin. Derken, ılık bir anne sesi çekerdi kulağını. “Hadi oğlum eve gel!” “Bak yemeğin soğuyor!”
Ezanı öyle sıcacık bir ana çağırışı say işte! Ardında sakladığı mutlulukları unuttuğun, aydınlığını özle(ye)mediğin ulvî pencerelerin pervâzından salkım saçak taşan ana merhametidir. Hasretlerine mukabele edemeyecek, kalbine gıda vermeyecek oyunların telaşını durduran, yumuşak, tatlı, munis, âşina bir sesleniştir ezan… “Akşam oldu; ömür bitiyor, eve dön, varlığını sonsuzlayacağın kapıyı aç… Hava karardı; gönlüne teselli veren renkler çekildi. Hüzün ve korkuların ellerinin nereye vardığını göremeyeceğin kadar koyulaştı. Yüzüne varacağın, huzura konacağın pencerenin önüne gel. Bak, iyice soğudu da hava, üzerin tiril tiril, kaygıların kışında sıkışan göğsünü sarabileceğin bir yakınlık şalın bile yok… Yuvaya dön, sonsuz yumuşaklıkta bir yastığa başını dayar gibi secdeye var; namazın avuçlarına dök eteğinde biriken yetimlikleri, yabanlıkları…. Sımsıcak bir çorbayı yudumlar gibi, dudağının arasına al dualarını, damağına değdir suskunluğa zincirli fısıltılarını.. Çamura bulanmış ellerini, dünyanın kiriyle kararmış yüzünü kara(n)lıkların tozuna bulaşmış gözlerini, abdestin çeşmesinde yu…”
. De ki: İyi ki geldin sıcak yanım Ölümü sol köşede eritti bakışların..
Apansız, teklifsiz gözüne girip girip gönlüne asla teselli sunmayan billboard resimleri gibi yolunu kesen, gönlünün mah/pus fısıltılarını duymaktan seni alıkoyan fırsatçı bezirgânlar gibi habire sa/taşan, seni durmaksızın koşturan ama menzil vaad etmeyen yürüyüş bantları gibi yoran “büyük” işlerden çekip alır seni namaz. Hırslarının hazlarının yapışkan kuytusuna itip unuttuğun, kentlerin kuru gürültüsünde ninnileyip uyuttuğun, ağzına gündelik telaşlarını kapatıp susturduğun yetim çocuğu hatırlatır sana. İçindeki çocuğun elinden yeniden tutar. Namaz, küçük bir kız çocuğu yumuşaklığında sokuluverir yanına. Küçücük yüzdeki tebessüm içinde saklı kuşları nasıl sonsuz genişlikte bir göğe çağırıyorsa, daracık seccadenin yüzünde saklı vaadler de kalbini sonsuz genişlikte bir göğüse yerleştirir. Küçük kız çocukları gibi, gözlerine toplar cümle çığlıklarını. Tepeden tırnağa bir bakış olur, gök mavisi gözlerini üzerine yağdırır şefkat kurağı çöllerinin. Bir damla gözyaşının seline kapılır; yıkılır, yok olur, silinir sığ haritalarda çizdiğin öncelikli ülkelerin/ilkelerin. Bakışına dayanılmaz o meneviş gözlerin. Menziline girdiğin dem vuruldu bil yüreğin.
Küçük ve yumuşak elinin çekimine karşı konulmaz kız çocuğunun. Küçük bir gayretle çekip alabilirsin elini elinden gerçi. Yüzünü azıcık çevirip gözlerinin hapsinden firar edebilirsin kolayca.. Ama.. Kalbini sarıp sarmalayan avuçlar, gönlüne kelepçeler takan bakışlar seni sana sürükler. Kendi kıyında bulursun kendini yeniden. Hatırla ki, Medineli bir kız çocuğu Peygamber’in [asm] elinden tutacak olursa, kız çocuğu O’nun elini bırakıncaya kadar O elini çekmezdi. Namaz, gözleri menevişli, saçları kıvır kıvır bir kız çocuğu gibi, ardı sıra koşturduğun-sözüm ona-büyük işlerden koparır seni. Kalbinin yanına çağırır nefesini. Hesapsız, kıyısız neşelerin köşesine oturtur sesini/sessizliğini. Sonsuz, vedasız baharların renk/ahenk çiçekleri dibinde yatıştırır iç çekişlerini. Sade, duru bir tebessümün yanağında durultup süzer cümle gönül kırışıklıklarını/karışıklıklarını. Sever seni, sevindirir, sevildiğini bilir, sevildiğine sevinir. Cismi şefkatinin yanında pek sönük kalır. Bedeni yüreğinin göğünde pek cılız durur. Sarılır göğsüne, yüzünü yüzüne değdirir. Ama içinde parlattığı incilerin üzerini kapatır, derûnunda beklettiği sözleri senden sakınır. Suskundur; yarım ağız konuşur gibidir; lâkin söyleyeceği ne çoktur, ne çoktur…
Gözlerine bir kız çocuğu ağlayışıdır namaz. De ki: Gözlerin ışık seli senin, Al karanlıklarımı gözbebeklerinde yıka”
Senai Demirci
İsteklerimizin kabulüne vesile olucu tutumlardan birisi, Yaratıcının evrende yansıttığı isimleri okumak ve isimlerine atıf yaparak isteyebilmektir.
Yaratıcının isimleri, aynı zamanda Yaratıcının vasıflarını anlatır. İlâhî isimlerin anlamları, bir benzetmeyle, evrenin hamurunun yoğrulma biçimini belirler. İlâhî isimleri hissedeceğiz; onların tutumlarımıza yansımalarına çabalayacağız.
Evreni dolduranların ortak özellikleri, onları tasarlayan Yaratıcının özelliklerini anlatacaktır.115 Yaratıcı güzeldir, ikram edendir, merhamet edendir, besleyen, hayat veren, adaletli olan ve temizliği sevendir… “Allah güzeldir; güzelliği sever. Cömerttir, cömertliği sever. Temizdir, temizliği sever.” 116
Bir şairin şiirlerindeki ortak özellik, o şairin temel karakterlerine işaret eder. Şairin seçtiği kelimeler, odaklandığı temalar, o şairin ana eğilimlerine dair ip uçlarıdır. Bir yazıya bakarak yazarının özellikleri hakkında tahminlerde bulunabilirsiniz. Her eser, sahibinin zekâsı, kalp yapısı, niyetleri, hayalleri ve bilgileri hakkında ciddî ipuçları verir. Her düzen, düzenleyicisinin bilincinde olup bitenlere işaret eder.
Benzer şekilde, evren de Yaratıcısının vasıflarına dair işaretler yansıtır. Örneğin, evren, Yaratıcısının merhametli olduğunu ilân eder. Bunu annelerle yavrular arasındaki ilişkilerden okuyabilirsiniz. Yavrular ne kadar zayıfsa, kendilerine sunulan destekler de o kadar güçlüdür. Vücutlardaki kalplere gizli bir merhamet okyanusundan sevgi ve şefkat damlatılmaktadır.
O zaman, evrene hükmeden bu merhametten yola çıkacağız. Yaratıcıya yöneldiğimizde, “Ey bütün merhametlerin kaynağı, ey merhametiyle tüm evreni kuşatan Sınırsız Kudret!” diyeceğiz. Yaratıcıdan, O’nun merhametine sığınarak istediğimizde, her yanı kuşatan ilâhî merhamet rüzgârından payımızı alacağız.
Aynı evrenden güzelliklerin bin bir türlüsünü okuyabilirsiniz. Evrenin her bir yaratığı, kendisinin harika bir tasarım olduğunu gösterir. Çocuk bir başka, erkek ve kadın – başka güzeldir. Kedi bir başka, ceylan, koyun ve ördek bir başka güzellik kategorisinde tasarlanmıştır.
Doğa durduğu yerde neden güzeldir? Kara topraktan her bahar fışkıran tüm bitkilerde neden ayrı güzellikler yansır? Bu akılsız, biçimsiz ve bilinçsiz maddeyi durup dururken bu denli güzelleştiren nedir?
“Güzel” bir vasıf, güzellik sıfatını yaratılışın her evresine yansıtmaktadır. Renklerin en hayal edilmemiş tonları, çiçekler aracılığıyla bizlere tanıtılmıştır. Sarının, kırmızının, beyazın bin bir tonu yüz binlerce farklı çiçek türünden gözlerimize yansıtılır. Leylaklar, zambaklar, karanfiller, güller ve menekşeler alabildiğince farklı renkleri ve tasarımlan gözlerimize sunar.
Ormanları sarartan serin sonbahar esintilerinden bile hüzünlü mutluluklar algılıyoruz. Bembeyaz kış ve rengârenk yaz da uyanık ve akıllı bilinçler için aynı ölçüde güzeldir.
Yaratıcının “Güzelliği” kokularda da kendini yansıtır. On binlerce koku tasarlanmış; her biri bir çiçeğe, bitkiye, meyveye veya sebzeye yerleştirilmiştir. Her bir sebze ve meyve, tasarımı ve kokusuyla “Ben ayrı bir kimlik olarak yaratıldım.” diyecektir.
Evrendeki her bir güzelliği okuduğumuzda Yaratıcının “Güzel” ismine sığınabiliriz: “Ey bütün güzelliklerin kaynağı, evreni renklerle, tasarımlarla ve kokularla güzelleştiren Yaratıcı!.. Güzelliğinin sınırsızlığına ve kuşatıcılığına sığınıyoruz.” diyebiliriz.
Aynı evren, Yaratıcının cömertliğini, zenginliğini, ikram larda bulunma ve besleme isteğini yansıtıyor. Evreni Yaratan, Güneş eliyle dünyayı her gün ısıtandır. Şimdiye değin trilyonlarca ton sebzeyi ve meyveyi topraktan damıtarak ı yaratmış; ağaçların ve bitkilerin eliyle canlılara ikram etmiştir. Gözlerimize ayrı tasarımları, burunlarımıza farklı kokuları, dilimize bin bir çeşit tatları sunmuştur.
Dünyaya serpilen farklı kokuları tanımakla, lezzetleri tatmakla tüketemezsiniz. Üstelik tüm bunlar parasız yaratı lıyorlar. Biz dünyayı kendi mülkümüz varsayıp parselliyoruz. Sonra da Yaratıcının ağaçlarımızın dallarından sunduklarını toplayıp para karşılığı satıyoruz. Buğdayı ekiyoruz; gün geliyor, başakları yaratılmış buluyoruz. Dalından kopardıklarımızı yıkayıp kabuklarını soymaktan başka bir zahmete girişmemiz de gerekmiyor. İşte her bir köşeyi kuşatmış olan inanılmaz besleyici-lik… Müthiş cömertlik, akıl almaz ikramda bulunma isteği, sınırsız ilâhî zenginlik…
Bu sınırsızlığı okuyan insan, Yaratıcısına yönelir: “Ey Sınırsız Cömert ve Rızıklandırıcı olan… Ey vermenin en müthiş biçimlerini tercih eden!…” diyerek dualarına başlar.
Yaratıcı, ilâhî isimleri keşfetmemize imkân vermiştir. Bu yolda öncelikle ruhlarımıza ilâhî isimlerine yönelen doğal bir iştiyak yüklenmiştir. Kimse bize güzeli, merhameti, ikramı, şefkati, hayatı sevmeyi sonradan öğretmedi. Bunlar Yaratıcının güzel isim-lerindendir ve bunları doğduğumuzda ruhumuzda bulduk. Yaratıcı bizi dünyaya göndermeden önce, tüm güzellikleri sevmemizi ve çirkinliklerden nefret etmemizi ruhumuza öğretmiştir. Hayatımız boyunca öğreneceğimiz her şey, bu bilgilerin oluşturduğu temel üzerine oturacaktır.
Sonra da Yaratıcı, evrende yansıttığı ilâhî isimleri algılayabilmeniz için, benliğimize ölçme yeteneği olan algılayıcılar ve göstergeler yerleştirmiştir. İçimize koyduğu sınırlı sevgi yoluyla, “”X evrene yansıttığı sınırsız sevgiyi anlamamıza imkân vermiştir. Hücrelerimize yaydığı zerrecik hayatla, engin hayat vericiliğini kavramamızı sağlamıştır. Bir avuç cömertliğimizle tükenmez cömertliğini; yardımseverliğimizle, olağanüstü yardımlarını; sanatkârlığımızla, muhteşem sanatkârlığını hissetmemizin yolunu açmıştır.
Eğer ilâhî isimler evrene sınırsızlıklarıyla yansıtılsaydı, evren, isimlerin nuru (ya da enerjisi) karşısında eriyip yok olurdu. 70 bin perdeyle nuru azaltılmış enerjiden oluşan Güneşe bile dayanamıyoruz da, bir gölgelendiriciyle bakabiliyoruz.
Biz sınırlı canlılarız; sınırlıların sınırsızlığı algılaması imkânsızdır. Sınırsız Yaratıcı, sınırsız güzelliklerini anlayabilmemiz için, dünyaya serpiştirdiği güzelliklerini sınırlandırmıştır. Merhameti anlayabilmemiz için, boşluklarda merhameti sınırlandırmıştır. Bizi sürekli beslediğini fark edebilmemiz için, aralara açlıklar ve susuzluklar yerleştirmiştir. Bizi yaşattığını, dostlarımızın ölümleriyle öğretmektedir. Bu durum gösteriyor ki, yaratılmamızın asıl amacı, hayatımızı Yaratıcıyı tanıma ve keşfetme çabasıyla geçirmemizdir.
Evrenin Sahibinin “Güzel isimlerini” evrenin her noktasından çekip çıkarmaya; böylelikle, her bir noktada Yaratıcının “bilgisinin, kudretinin ve tercihinin” izlerini okumaya çalışacağız. Sonra da, okuduğumuz isimlerin coşkusuna sarılarak, Yaratıcıya yöneleceğiz: “Ey cömert ve ikram edici Yaratıcımız, ey olabileceklerin en güzelini tasarlayan Sahibimiz, ey izzetli ve şerefli Koruyucumuz!” diyeceğiz. Sonra da “Senden, cömertliğin ve merhametin hürmetine istiyorum… Güzelliğin ve İzzetin hürmetine diliyorum.” sözleriyle isteklerimize başlayacağız. İlâhî isimlere dayanmak, bize Yaratıcıyla dost olmanın yolunu öğretecektir.
Sınırlarımızı algılayarak, Yaratıcımızın sınırsızlığını kavrıyoruz.
M.BOZDAĞ
Ey şefkati ve merhameti sınırsız olan Allah’ım,
Bütün kalbim, ruhum ve samimiyetimle ellerimi Sana kaldırıp yalvarıyorum. Bugüne kadar Sana dönmek, Senin sevmediğin şeyleri yapmamak ve bütün ruhumla Sana bağlanmak konusunda verdiğim sözleri bozdum. Hep nefsimin ve şeytanın çirkin tuzaklarına kapılıp, vicdanım feryat ettiği hâlde, Senin huzurunda Sana isyan anlamına gelecek kötülükleri işleme cüretkârlığında bulundum.
Ben şu anda Senin kudretinin tecellisiyle bu sözleri söylerken, tekrar, utançla kararmış alnımla huzurunda boynumu eğiyorum. Bir daha Senin engin merhametine sığınarak, azabından korkup rahmetin için yalvarıyorum.
Şefkatli ve Merhametli Allah’ım,
Şüphesiz, Senin kullarına olan şefkat ve merhametin, bütün annelerin ruhlarına bağışladığın evlât şefkatiyle karşılaştırılamayacak kadar büyük ve sınırsızdır. Tekrar, rahmetini ümit ederek, bulanık gözlerimi göğsüme indirip, bağışlanmamı diliyorum. Senden başka el açacağım, sonuçta Senden başka kapısına sığınacağım, Senden başka kalbimin ve ruhumun sınırsız arzularını tatmin edebilecek kimse yok.
Bu metin 1992 yılında yazılmıştır.
Bir daha, beni bağışlamanı içtenlikle istiyorum. Senin sevmediğin ve beni Sana sevdirmeyecek şeyleri yapmamak hususunda, bana sağlam bir irade vermeni diliyorum. Nefsime galip gelmek, nefsimin çirkin arzularını senin çizdiğin meşru daire çerçevesinde tatmin etmek konusunda bana başarı vermeni diliyorum.
Şüphesiz benim ve sevdiklerimin ve sevmek istediklerimin sahibi Sensin. Senin mülkün olan şeylere yönelen nefsimin Senden izinsiz istemesine karşı, Senin yardımına sığınıyorum.
Bana insanlığın özellikle sonsuz mutluluğunu destekleyecek çalışmalarda bulunmama yetecek bir beden ve zihin sağlığı bağışlamanı diliyorum.
Allah’ım…
Evreni Onun nurundan yarattığın, bizim Seni tanımamızı borçlu olduğumuz Sevgili Peygamberimizin (asm) Sana olan engin sevgisi hürmetine; Senin Kadîr, Rahîm ve Vedûd isimlerinin hürmetine, yakarışlarımı katında kabul eyle. Hayırlı hedeflerimden ayrılmama izin verme.
Allah’ım! Beni sürükleyip Senden uzaklaştırmaya yırtınan nefsimin ellerine teslim etme. Seni sevmekten daha büyük bir mutluluk olamaz. Lütfen Seni bana sevdir. Ruhuma her sabah bu duayı samimiyetle okumaya beni teşvik edecek bir arzu ver.
Rabbim! Beni bağışlayıp, sevdiklerine dahil etmeni istiyorum. Beni karanlık ve tehlikeli yollardan geçirirken yalnız bırakmamanı, benim yanımda olduğunu hissetmemi sağlamanı istiyorum. Kusurlarımdan utanıyorum. Yalanlarımdan, bencilliklerimden, ikiyüzlülüklerimden, şükürsüzlüklerimden utanıyorum. Eğer beni bağışlarsan ve seversen, bundan daha büyük neyi başarabilirim?
Kovulanlardan olmaktan ısrarla ve içtenlikle Sana sığınıyorum Allah’ım. Senden uzaklara düşmekten Sana sığınıyorum.
Amin…
Dr.Muhammed Bozdağ
Ey bilgilerin ve sırların Sahibi;
Senden bütün çaresizliğimle ve ihtiyacımla ilim istiyorum. Bilgisizliğimden ve cehaletimden beni kurtarmanı diliyorum.
Öğrenebilmek için çırpmıyorum; ama, hafızam ancak Senin izin verdiğin kadar bana yardımcı oluyor. Ben evrene serpiştirdiğin sırlarına muhtacım, bana öğreteceklerine muhtacım.
Sen bal yapmakla görevlendirdiğin arıya, balı nasıl toplayacağım daha doğmadan öğrettin. Sen bir ördek yavrusuna doğar doğmaz nasıl yüzeceğini öğrettin. Sen Senden istemesini bilmeyen pek çok varlığa, müthiş bilgiler ve yetenekler kazandırdın.
Ben ise, şimdi huzurunda bütün çaresizliğimle boynumu büküp Sana yalvarıyorum. Onlar konuşamadıkları için, isteyeme-den aldılar. Ben ise bütün içtenliğimle Senden diliyorum. Lütfen bana sınırsız ilminden bağışla. Bana ilme ihtiyacımı öğrettiğin gibi, benim ilmi istememi yarattığın gibi, benim ilmi öğrenmemi de, öğrendiğimi yaşamamı da yarat.
Beni, Seni tanımayan, kalbi kirli, basit ve karanlık bir cahil olarak yaşatma dünyada.
Beni, öğrettiğin ilimle ruhlarını Ay gibi parlattığın kulların gibi ilimle donat. Ben öğrenmek istiyorum. Ben ölümüme kadar ilim öğrenmeye çalışmak, Yaratılış gayeme uygun yaşamak istiyorum.
Boş zamanlarımda değersiz dedikodulardan ve gereksiz meşguliyetlerden kurtulmak istiyorum. Mümkün olan her uygun zamanimi, öğrenmeme izin vereceğin ilimlerle meşgul olmanın zevkiyle doldurmak istiyorum. Fakat, nefsime söz dinletemiyorum. Ben, beni yönetemiyorum. Ben, bana ruhumun yapmak istediğini yaptıramıyorum.
Bu zulümler ve gafletler asrında yorgunum, güçsüzüm. Lütfen rahmetinle beni destekle, irademi güçlendir; bana bilgiyi, ! ilimle meşguliyeti ve öğrendiğimi yaşamayı sevdir.
Bana sırlarını öğret. Bana, Seni daha iyi tanıma fırsatı ver. Ey her şeyi bilen Allah’ım, ey isteyenlere öğretmek isteyen ! Allah’ım, Sana daha içten nasıl yalvarabilirim! Bilmiyorum.
Dr.Muhammed Bozdağ
Başarının ve mutluluğun en büyük anahtarı kanaat ise, en dehşetli kilidi hırstır. Kanaat, çılgınca istemek ve çalışmak; ama, ulaşılan her sonuca razı olmaktır.1 Hırs da çılgınca istemek ve çalışmak; ama, hiçbir sonuçtan razı olmamaktır. Bu şaşırtıcı farkı kavrayamamak yüzünden hırsa kapılarak dünyayı başımıza cehennem yapıyoruz.
Tarlanıza pirinç ektiniz, size düşen ne varsa, elinizden gelen herşeyi yaptınız. Sıra hasada geldiğinde, herhangi bir nedenle verim düşük oldu. Tek bir pirinç tanesi dahi elde etseniz, memnuniyetiniz yoksa, hırsınız vardır. Bir yarışa girdiniz ve birinci gelemediniz. Kaybetmek yüzünden esefleniyor, öfkeyle veya hüzünle doluyorsanız, orada hırs vardır.
Kendimizi kusursuz sanmayalım: Herkes hırs gösterir, ama hırsın şiddet dereceleri farklıdır. Az hırs az zarar verir; hırs şiddetlenirse insanı intihara veya cinayete kadar sürükleyebilir.
Diğer yandan herkes kanaat gösterir; ama, kuşlar veya bebekler kadar kanaatkâr olmayı bilseydik, tüm dünya hizmetimizi görmek için ayaklarımızın altına serilir veya başımızın üzerine titrerdi.
Bizim hedefimiz, felâketlerin nedeni olan hırsı en düşük, kanaati ise en yüksek düzeye çıkarmaya çalışmak olmalıdır. Çünkü kim daha kanaatkârsa, o daha yüksek başarılara ulaşacaktır.
Bazı dostlara göre, İslâm, kanaati, yani azla yetinmeyi(!) emreder. Oysa biz Ay’ı, Güneşi ve sonsuzluğu keşfetme arzusunu körüklüyoruz.
Din adına konuşmak haddim değil; ama, bu düşünceye çok katı şekilde itiraz ediyorum. Kanaat, azla yetinip daha fazlasını istememek değildir. Başarısızlığı besleyen hırs, tek başına ‘çok istemek’ değildir.
Kanaatin ‘azla yetinmek ve daha fazlasını istememek’ olduğunu dinî yaklaşımlara dayanarak iddia edenler, “De ki: ‘Duanız, istemeniz, dilemeniz olmazsa Rabbim size ne diye değer versin?,’”2 “Rabbiniz buyurdu ki: Benden isteyin, cevap vereyim”3 gibi âyetlere muhalefet ediyorlar.
Peygamberimiz (a.s.m.) azla yetinmeyen ve çokla da doymayan hırslı insanları şöyle tanımlıyor: “Ey âdemoğlu! Sana kâfi gelecek nimetler varken, seni azdıracak şeyleri istiyorsun. Ey âdemoğlu! Ne aza kanaat ediyorsun, ne de çoğa doyuyorsun.”4 Sonra da, çok istemekle, insanlardan istemeye dönüşen istek arasındaki ayrımı belirtiyor: “Cebrail bana gelerek şöyle dedi: ‘…Mü’minin izzeti Allah’ın kendisine verdiğine kanaat edip insanlardan birşey beklememesidir.”5
Ancak, aynı Peygamber (a.s.m.) sınırsızca istemeyi hırsla karıştırmamış ve kendisi de, elindekine razı olmasıyla birlikte, daha fazlasını istemiştir:
• “Biriniz Allah’tan dilekte bulunduğunda bolca istesin. Çünkü, Rabbinden istemektedir.”6
• “Hiç ölmeyeceğini zanneden biri gibi çalış, yarın ölecek biri gibi de tedbirli ol.”7
• “Allahım! Senden… doğru yolda kararlılığı istiyorum.”8
• “Allahım!… Senden tükenmeyen bir nimet diliyorum. Senden bitmeyen bir sevinç diliyorum.”9
• “Allahım! Beni yücelt.”10
Bu bakımdan, daha fazlasını istemeyenler, Peygamberin (a.s.m.) yaptığıyla çatışıyorlar.
Azim, sınırsızca, yırtınırcasına, yalvarırcasına istemektir. Üniversite arkadaşım Tevfik Bilgin Amerika’da eğitim gördüğü sıralarda, “Buradaki öğrenciler ölümüne çalışıyorlar” demişti. Azim, ölümüne çalışmaktır; “hiç ölmeyecekmiş gibi ve yarın ölecekmiş gibi” çalışmayı birleştirmektir.
Gecelerini hep okumakla geçiren İbn Sina, uyku bastıracak olsa, birşey içerek çalışmaya devam ederdi; büyük alim Fahreddin-i Râzî, yemek yerken bile kitap okur; evinden binek sırtında mescide giderken bile yolda üçyüz öğrencisine ders verirdi.
Öte yandan, Lenin, Karl Marx’ın kitabını Sibirya soğuklarında defalarca okurdu.11 Böyle insanların her bir dakikalarını değerlendirmelerinin sonucu ortada değil midir? Kötülükleri yaymaya çalışanların gözlerine uyku girmiyor; iyiliklere inananlar ne zaman uyanacaklar?
Başarmak istiyorsak, azmi kanaatle birleştirmek zorundayız: Yani, tüm çabalarımızın sonucu ne olursa olsun, az veya çok, elde ettiğimiz herşeyi sevgiyle, şükranla, rızayla karşılamalıyız. Tüm çabalarımız boş çıksa da, mutlu olmamızın ve daha iyi sonuçlara kavuşabilmemizin tek yolu tam olarak bu ölçüdür. Azimle çalışırsanız, belki bu dünyada büyük sonuçlara ulaşabilecek kadar uzun yaşamayacaksınız; ama, tüm çabalarınızın karşılığını göreceğiniz bir sınırsızlığa yolculuk yapıyorsunuz!
Hırs, kalbimize değişik kanallardan girmeye çalışır: Az da olsa bencillik, az da olsa kanaatsizliktir. Kendimizle değil de başkalarıyla rekabet ediyorsak, sebebi, içimize giren hırstır. Yaptığımız işlerde başkalarının takdirini önemsediğimiz ölçüde hırsa bulaştık demektir. İşimiz üzerinde çalışmaya devam etmekte aceleyi, işin sonucuna ulaşmakta aceleciliğe dönüştürürsek, hırsa gireriz ve kaybederiz. Nihayet, her yükü üstlenen de hırs tuzağındadır: Yaratıcı, kimseye kaldıramayacağı yük yüklemedi, ama insan dünyayı sırtına almaya kalkıştı.
Bizi bunaltan acılar fizyolojik değil, psikolojiktir. Bedeni bir kamyon altında ezilen insan, en fazla birkaç dakika acı çeker. Oysa ruhlarımızı yıllar boyunca tankların altında eziyoruz. Ümitsizlik, çaresizlik ve karamsarlık üreten tüm ruhsal acılar hırsın eseridirler.
Hırsımız varsa ruhsal enerji düzeyimiz tükenecek, bedenimiz savunmasız kalacak; çevreye engelleyici güçler yayacak, vazgeçecek, ve nihayet, yalnız kalacağız. Böyle bir yıkılışı kimse arzulamaz.
Yaşama sevincinizi ruhsal enerjinize borçlusunuz. Ruhsal enerjiniz de ümitlerinizden, isteklerinizden, dostluklarınızdan ve sevgilerinizden beslenir. Hırs duyduğumuzda ürettiğimiz duygu şudur: “Yırtınırcasına istiyorum, yine de hak ettiğimi alamıyorum.” “Bir aydır çalıştım, hâlâ öğrenemedim.” “Bana ihanet ve haksızlık yapılıyor.” Bu düşünceler ümidimizi kıracaktır. İhanete uğradığını düşünen insan sevgi yayamaz, coşkulu olamaz. Çırpınmasına rağmen başaramadığını düşünen insan telâşa kapılır, daha da beter kaybeder.
Telâş bastırırsa, ruhumuzu içten içe tüketiriz. Yorgunluk, yılgınlık, isteksizlik ve nihayet çaresizlik bizi kuşatır. İstediğiniz bu mudur? Yıllar boyu dayananları ayakta tutan sır buradadır: Azimleri vardı, kanaatleri vardı, fakat hırsları yoktu.
Hırs, ruhsal olarak insanı gerdiği gibi, ruhsal gerginlik aracılığıyla bedensel olarak da gerer. Bedensel gerginlik stres üretir ve stres kalp ile birlikte beynin zorlanmasına, sinirlerin yıpranmasına neden olur. Stres yüzünden beyninizdeki bilgi akışını sağlayan küçük kimyasal maddeler ölür, azalır ve beyniniz hızla körelmeye başlar. Başarının ve güçlü olmanın yolu bu mudur?
Karamsarlığı yayıyorsanız kim sizi dinlemekten zevk alır? Sözleriniz zevk vermiyorsa, bir dahaki konuşmanızı dinlemek için kim gelir? Mutluluk yaymıyorsanız, dükkanınıza kim, niçin gelsin? Kimse dostluğunuzdan mutlu olamıyorsa, nasıl başarılı olacaksınız? Yanınızda ve tarafınızda diğer insanlar yoksa, dünyada kalıcı eserler bırakamazsınız.
Çok iyi biliyorsunuz ki, herkes başarılı insanlara destek oluyor. Defalarca duydum: “Gariban hep garibandır. Düşmeye gör, bir tekme de diğerleri vururlar.” Garibanlık ruhsal bir olgudur oysa. Asıl düşen, beden değil, kalptir. Öyle fakirler vardır ki, ilimlerine hayran kalırsınız; onlara ‘gariban,’ ‘zavallı’ gibi sıfatlar yakıştıramazsınız. Size, şartlarınız ne olursa olsun, her zaman dimdik ayakta durmanızı sağlayacak yolu öneriyorum. Durdurulamayacak olan insan, zulüm ve sapkınlık dışındaki her hali şükürle karşılamayı başaran insandır. Ki, kanaatkârdan başkası bunu başaramaz.
Aşamayacağınızdan emin olduğunuz engele karşı direnemezsiniz. Hırs yüzünden engellerinizi arttırırsınız ve gün gelir tüm dünyanın size savaş açtığını sanırsınız. Bütün insanları kötü ve bencil görürsünüz. Kendi kimliğinize tek başına hâkim olamaz hale gelir, başkalarına bağımlı yaşamayı kabullenmek zorunda kalırsınız. Büyük acıların ucunda vazgeçmek, görevden kaçmak vardır.
Acı çektiren evliliğe bir yere kadar dayanabilirsiniz. Ders çalışmak acı çektiriyorsa, gün gelir artık asla kitap okuyamazsınız. Sonuç okuldan atılmak da ve hatta yok olup gitmek de olsa, kabullenirsiniz. İntihar girişimlerinin altında genellikle böyle bir yıkılma ve bunalım vardır.
Bir bakan veya büyük bir tekstil şirketinin sahibi intihara kalkıştı. Başarılı olduğuna inanılan bir profesör, bir sanatçı intihar etti. Hırslı yaşıyorsanız, nerede olursanız olun, statünüz ne olursa olsun, ister zengin, ister fakir, mutlaka acı çekersiniz ve sonucunuz kaçınılmazdır: kurtulmak için vazgeçmek.
Oysa kanaat, sonsuzluğun kudretine teslim olmak; bir damla su, bir zerre toz, bir avuç güneş gibi sonsuzluğun rahmetinde eriyip gitmektir. Kanaat, önce çok istemek, çok çalışmak; ama sonra da, sonsuzluk sizi nereye götürüyorsa, her yeri heyecanla, sevinçle ve şükürle saniye saniye yaşamaktır.
1-Kanaat kavramının bu ikinci yönü tevekkül kelimesiyle ifade edilir. Hırsın karşıtı kanaattir; ama, tevekkül etmeyen kanaat edemez.
2-bkz. Kur’ân: 25:77.
3-bkz. Kur’ân: 40:60.
4-Câmiu’s-Sagîr, 1:86, Hadis No:68.
5-Câmiu’s-Sagîr, 1:102, Hadis No:89.
6-Câmiu’s-Sagîr, 1:319, Hadis No:532.
7-Câmiu’s-Sagîr, 2:12, Hadis No:1201.
8-Câmiu’s-Sagîr, 2:130, Hadis No:1501.
9-Câmiu’s-Sagîr, 2:146, Hadis No:1537.
10-Câmiu’s-Sagîr, 2:145, Hadis No:1536.
11-Akit, 17 Mart 1999.
-Muhammed BOZDAĞ-
İhtida öyküleri arasında dolaşırken, San Fransisco’da yayınlanan The Islamic Bulletin adlı dergide neşredilmiş bir söyleşiyle de karşılaştım. Söyleşi, California’da oturan ve 1991 yılında İslâm’ı seçip İsmail ismini alan bir Amerikalı ile idi. Çok manidar notlar içeren bu söyleşinin tamamını aktaracak değilim. İsmail Goodwin isimli, şu an aşağı-yukarı elli yaşında olan bu mü’min kardeşimizin Körfez Savaşı hengâmında ABD’nin niye Orta Doğuda böyle bir işe giriştiğini anlama saiki ile Orta Doğuya dair on kitabı, ardından bu kitaplarda kendilerine atıfta bulunulan doğrudan İslâm’la ilgili birçok kitabı okumasından, sonra da direkt Müslümanlarca yazılmış İslâmî eserleri okuyup San Fransisco’daki bir İslâm merkezine gidip bazı Müslümanlarla tanışıp görüşmesinden sonra gerçekleştiğini belirtmekle yetinelim.
Burada sözkonusu etmek istediğim husus, İsmail Goodwin ağabeyimizin başından geçen ve “Lisan-ı hal, lisan-ı kâlden üstündür” sırrını belgeleyen bir hadise. Kendisi, söyleşi içinde şahsına yöneltilen, “Şimdi, bir Müslüman olarak, Müslümanlara dair izlenimleriniz neler?” sorusuna cevaben, gezip görmek amacıyla geldiği İstanbul’da yaşadığı bir hadiseyi anlatıyor.
Hadise şöyle:
İstanbul sokakları arasında, anlaşıldığı kadarıyla Beyazıt ile Eminönü arasındaki bir muhitte yokuş aşağı yürürken, ezan okunmaya başlıyor. Bunun üzerine, namazı hemencecik kılmak üzere, gördüğü bir camiye giriyor. Ki, küçük bir cami bu. Caminin şadırvanında abdestini alıyor ve cemaatle birlikte namazını kılıyor.
Namazın bitiminde, cemaatin, halinden tipinden Amerikalı, yahut en azından Batılı olduğunu tahmin ettikleri bir insanın kendileriyle birlikte namaz kılıyor oluşunu bir derece taaccüple karşıladıklarını hissediyor olmalı ki, içlerinden kimsenin İngilizce bilmediği cemaate, “I am İsmail. I came from America” gibi kısa ifadelerle, Amerikalı olduğunu, adının İsmail olduğunu, yani İslâm’ı seçmiş biri olduğunu filan anlatmaya çalışıyor. Ne dediğini çözmeye çalışan cemaatin efradından biri, hiç İngilizce bilmemekle birlikte, İsmail Goodwin ağabeyimizin ne dediğini, kim olduğunu tahminen anlıyor ve çaya İngilizce “Tea” dendiğini dahi bilmeyen bir Türk mü’min olarak, hemen Türkçe “Çay!” diyor ve ona omuzunu atıp çay içmeye çağırıyor. Birbirinin dillerini bilmeyen, ama camide beraberce aynı Rabbe ibadet eden iki kişi olarak, kalabalık ve dar sokaklarda kolkola yürüyor ve en sonunda bir işhanının giriş katındaki bir çayhanede bu yürüyüşü noktalıyorlar. “Dilini hiç bilmediğim tam bir yabancıyla, yabancı bir ülkede, aşina olmadığım similar arasında kolkola yürüdüm” diyor İsmail Goodwin. Çayhaneye geldiklerinde, “Çay!” hitabı ile “tea” içmeye davet edildiğini, kendisini oraya davet edenin ise bu küçük çayhaneyi işleten bir mü’min olduğunu öğreniyor ve sonrasında, birbirinin dillerini bilmeyen iki insan olmakla birlikte, beraber namaz kıldıklarının şuuruyla, hal diliyle, jest ve mimiklerle ve de çay ikramıyla anlaşıyorlar! İsmail Goodwin ağabeyimiz, sözü edilen çaycı ağabeyimiz onu camiden alıp götürürken, hiç mi hiç bu adam beni nereye götürüyor türünden endişe yaşamadığını da ekliyor ve aynı dili konuşmasalar bile aynı Rabbe ibadet ettiklerini bilen iki insan olarak yaşadıkları bu olaydan bahisle, “İşte” diyor, “İslâm’ın güzelliği! Müslümanların yekdiğerine karşı hissiyatı, bu güzelliği yansıtıyor.” Ve ardından, “Müslümanlara dair izlenimlerim çok olumlu” diyor. “Elbette mükemmel değiliz, ama genel olarak konuşmak gerekirse, ortalama bir insanın sergilediği ahlâk ve edeb standardının üstündeyiz. İstisnalar elbette var, ama bu kaideyi bozmaz” diyor.
Şahsen, yakınımda, çok yakınımda bulunan bu çaycının kim olduğunu, çayhanesinin hangi handa bulunduğunu merak ediyorum. Bu çaycının, imandan gelen ihsan, ikram, uhuvvet gibi duyguların eşliğinde sergilediği davranışın, dünyanın öbür ucundaki, dilini dahi bilmediği bir insanın kalbinde yol açtığı tesirin farkında olup olmadığını da merak ediyorum. Bir mü’min olarak hasbeten lillah sergilediği bu davranışın, İsmail Goodwin adlı dilini bilmediği mü’min kardeşi tarafından önce bir dergiye, ardından internet üzerinden dünyanın her tarafından ulaşabilen herkese aktarılarak ‘cihanşümûl’ bir keyfiyet kazandığını biliyor olduğunu ise, sanmıyorum.
Ama, vâkıa bu işte. “Çay”ın İngilizce “tea” dendiğini dahi bilmeyen, yani eğitim-öğretim olarak belki ilkokul düzeyinde bulunan bir çaycının, imanın gerektirdiği kerem, ihsan, kardeşlik, tebessüm, yumuşak huyluluk gibi hasletlerle hallenmesi sayesinde, ‘hal diliyle’ anlattığı o kadar güzel birşey var ki ortada; eminim, çok iyi İngilizce bilen biri olarak, lâkin donuk, ruhsuz ve bilgiç bir edayla İslâm’da kardeşlik, ihsan, hoşgörü falan filandan İsmail Goodwin’e söz edecek olsa, bu kadar iz bırakmazdı.
Bu bakımdan, ‘hal dili’nin öneminin kesinkes farkında olmak; gerçekten, mü’min olmanın gerektirdiği güzel haller ile hallenmek gerekiyor. Görülüyor ki, bu güzel haller ile hallenen bir mü’min, çok iyi dil bilen bir insanın beceremediğini, hal diliyle beceriyor.
Öyleyse, gelin, imanın gerektirdiği hallerle hallenelim; ve imana yakışmayan, fıtraten de sevilmeyen halleri sürgün edelim dünyamızdan…
Metin Karabaşoğlu