Kalemimden

Babam (V)

Halıcıoğlu’ ndan Sütlüce’ye geçen küçük tünel…

Her geçişte gözümde canlanır hatırladığım ilk korkum, yüreğimde hala aynı duruyor.

Küçük adımlarımla babamdan birkaç adım önde yürüyorum,

Babaannemin Bademlikteki evine gidiyoruz.

O kadar heyecanlıyım ki hoplaya zıplaya ilerlerken babamın elini tutmuyor olmamın verdiği bir marifet hissi içimdeki…

Biliyorum ki babam birkaç adım gerimde gelmekte, yine de özgürlüğün yanında güven de arıyorum.

O küçük tünel bana upuzun gelirken, yanımdan geçen ve beni otoyol dan ayıran tel kafes…

Otobüslerin sesleri kulaklarıma doluyor, şiddeti eteklerimi uçuruyor….

Kaldırımdaki çizgilere basmadan, hoplaya zıplaya ilerliyorum. Derken…

Arkamı dönüp babama bakmak geliyor aklıma.

Yok…!

Tek başımayım

Yalnızım

Ne yapacağım ben ?

Nerede babam?

Hızla geriye doğru koşmaya başlıyorum

Tünel bitmeyen mesafe…

Ve babam saklandığı yerden tatlı gülümsemesi ile çıkıyor.

Bacaklarına sarılıyorum…İyi ki varsın.

(iyi ki senin kızın oldum ben)

Babam (IV)

Evliliğimden sonra da devam eden, kalabalık  yaptığımız hafta sonu kahvaltılarını çok severdim. Sofrada hemen hemen hiç konuşmazdı. Eşim de ona benzerdi bu yönden. İki bey sessiz sedasızken annem, ben kız kardeşim neler neler anlatırdık…

Bekar olduğum yıllarda sabah uyandığımda ilk karşılaştığımız an “Benim güzel kızım, ne hoş  görünüyorsun gözüme” der, ben koridordaki aynaya yönelip “Kim ben miii?” diye  nazlanırken yanağını yanağına dokundururdu , aynada birbirimize bakışırdık. Ardından “Bana benziyormuşsun, Allah Allah neyimiz benziyor ki” diye gülümser , bende “Sahi benziyor muyum?” diye güler,  sonra yanaklarından öper, kulağına “Gurur duyuyorum sana benzemekten” diye fısıldardım.

Saçımı farklı tarasam, yeni bir toka alsam, bir değişiklik  yapsam hemen fark eder, bunu nezaket içeren cümlelerle dile getirir, çok hoş iltifat ederdi.  Kendisi de iyi giyinmeyi severdi. Ismarlama elbiseler diktirirdi. Hiç  hatırlamıyorum yatak kıyafeti ile yada eşofman türü giyimlerle oturduğunu. Her zaman şık ve derli topluydu benim babam. Bize de bunu öğütlerdi. Özellikle namaz kılacağınız vakit en güzel giyisilerinizi giyinin derdi. Sevgili ile görüşmeye benzetirdi namaz vakitlerini. Değneklerle yürüdüğü için su ile abdest alamazdı. Uzun yıllar teyemmüm ile kıldı namazını . Ezanı can-ı gönülden bekler,  okunduğu vakit yavaş adımlarla sandalyesine yönelir, huşu ile ağır ağır kılardı. Onu seyrettiğiniz zaman namaz kılasınız gelirdi.  Bizi de acele kılmamamız konusunda uyarır, lezzetini duyun derdi.

Geceleri uykum kaçtığında sık sık uyanık görürdüm onu. Ya namaz kılıyor ya da kitap okuyor olurdu. Elinde tespihi, dudağında mırıltısı, yanına gediğimde yüzünde beliren tebessümü , gözlerini yumarak “Hoş geldin kızım” der ifadesi ve uygun ilk anda sevgi ile dökülen kelimeleri…

Nasıl  bir insandın sen babacığım…

“Hayat îmânla ebedîdir. Yoldaşın îmân olursa ölmezsin.” (Mesnevî, )

Babam (III)

40 yıldan fazla çalıştı babam. “Daha da çalışacaktım ama ayaklarım el vermedi” der, üzülürdü. Ameliyatlar, protezler, aylarca hastane yatışları, tedavi edilemeyen ağrılar, kazalar, yeniden ameliyatlar….

Ayak ağrısını çok küçük yaşlarda çekmeye başlamış. “Tekerlekli tahta bir arabamız vardı , mahalleden çocuklarla üzerine doluşur, tepeden aşağıya avaz avaz bağırışlarla kayardık. Bir gün dere yatağına yuvarlandık. Ayağım fena incindi. O günden sonra da hiç eksilmedi. Yıllar içinde doktorlar, kocakarı ilaçları , kaplıcalar neler neler denendi fakat tıp tabi şimdiki gibi değil… İhmal de ettik anlaşılan. Genç yaşta çalışmaya da başladım. Tornacılar güneş görmeyen atölyelerde çalışırlar. Gün içinde sabit, sürekli aynı yerde saatlerce durmak zorundadırlar. Mesleki şartlarda ilave olunca romatizmaya çevirdi işte.” Böyle derdi.

Bildim bileli aksayarak yürürdü babam. Sabahın karanlığında işe gider, gece çok geç saatlerde eve dönerdi. Çoğu geceler göremezdik yüzünü. Bazen uyumak istemez, babamı bekleyelim diye ısrar ederdik. Pencerenin pervazına kız kardeşimle sıkışırdık. Annem sırtımıza bir hırka verir, bizi kucaklardı. Köşeden babamın servis aracı görünür, babam araçtan ağır ağır inerdi. Bizi pencerede görünce gülümserdi. Hemen kapıya koşardık. Babamız bizi kucaklar “Uyumadı mı benim kızlarım” der, saçlarımızdan öperdi. Yanaklarımızdan pek öpmezdi. Elini yüzünü yıkadıktan sonra kanepeye otururdu,  yüzünde tatlı huzuru belirdiği anda atlardım kucağına. Kız kardeşim omuzlarına çıkardı. Annem “babanız yorgun, azıcık nefes alsın” dese de dinlemezdik. Süratle günlük olan biteni anlatmaya başlardım. Babam “yavaş anlat kızım, acele etme, hepsini dinleyeceğim” der, biraz yavaşlar sonra yeniden heyecanla hızlanırdım. Gülüşmeler, gülüşmeler…

“Çocuklarınızı çok öpün, zîrâ her öpücük için size cennette bir derece verilir ki, iki derece arasında beş yüz yıllık mesâfe mevcuttur. Öpücüklerinizi sayarlar ve sizin için yazarlar.” (Zeyd İbnu Ali İbni Huseyn İbni Ali İbni Ebî Tâlib, Müsnedu Zeyd İbnu Ali, Lübnan, 1966, s. 505 )

Çok çalışıyor olmasına rağmen bizlerle her vakit alakadar olmuştu. Sık sık gezdirirdi. Eğlendirirdi. Yoğurt yemeye Kanlıca’ya, balık yemeğe Anadolukavağı’na giderdik. En iyi yerlerden giydirir, en güzel yerleri yaşatırdı. Her ay –o zamanın meşhur mekanlarından- Şan tiyatrosundaki gösterilere götürürdü. Sadece ben ve kardeşimi değil, apartmanımızdaki tüm çocukları toplardı. Çocuk festivalleri, sirkler, değişik oyuncaklar… Hiç unutmam bir gün teyzem “Enişte çok şımartıyorsun bu kızları, büyüdüklerinde zapt edemezsin, önlerine geçemezsin, alıştırma bu kadar rahata ve bolluğa” demişti de babam “Benim kızlarım gözü gönlü tok, hayatın lezzetlerini yaşayarak büyüyecekler. Gücüm elverdiğince yaşatacağım. Ama olur da gün gelir bunlara ulaşamazlarsa sabredip eldeki ile yetinmesini bilirler, öyle yetiştiriyorum” diye cevap vermişti. Canım babam…

Karşısına alıp uzun uzun öğütler veren biri değildi. Öğrettiği her şeyi yaşayarak aktarırdı  bize. Kul hakkına çok dikkat ederdi. Su faturalarımız az geliyor diye su sayacına “Bozuk olabilir, kontrol edilsin” diye not bırakmıştı. Görevli memur ilgilenmeyince İSKİ ye telefon açtı, güldüler babama. Bir gün memuru kapıda yakaladı ve neden ilgilenmediklerini sordu. Memur “Aman bey amca, millet az gelsin diye uğraşır senin derde bak. Ne kurcalıyorsun” dediğinde sinirlenmiş “Efendi efendi, yetmiş milyonun hakkı var bu suda. Yarın ebedi alemde her biri ile nasıl helalleşirim. Vazifeni yap, kontrol ettir” demişti. İşte o an bizde bıraktığı tesir hiçbir nasihat ile sağlanamayacak kadar müthişti.

“Biz mutlaka sizi biraz korku ile, biraz açlık ile, yahut mala, cana veya ürünlere gelecek noksanlıklarla deneriz. Sen sabredenleri müjdele! Onlar öyle kimselerdir ki, başlarına musibet geldiğinde, ‘Biz Allah’a aidiz ve vakti geldiğinde elbette ona döneceğiz.’ derler. İşte Rableri tarafından bol mağfiret ve rahmete mazhar olanlar onlardır. Hidayete erenler de ancak onlardır.”(Bakara, 155-157).

Babam (II)

Sıkıntılı bir dönemin , zor şartlarında büyümüş çocuğuymuş babam. 1930 yılının İstanbul’unda Boşnak kökenli bir ailede doğmuş. Dedemi hiç tanımadım. Erken yaşta vefat etmiş ve tek erkek çocuk olan babam, ailenin sorumluluğunu üstlenmiş.

Babamın dedemle ilgili anlattıkları arasında en belirgin şey dedemin sözüne sadık bir insan oluşudur. Öyle ki, babam sanat okuluna gidermiş. Dedem okumayan, çalışmayan yeğenini bir meslek sahibi olsun diye fabrikaya önermiş “Yarın çırak olarak getireceğim” demiş. Fakat ertesi sabah yeğeni kaçıp gidince götürecek kimseyi de bulamayınca sözünden dönememiş. Almış babamı, götürmüş çırak diye. Babam hiç itiraz etmemiş dedeme. Ortada verilmiş bir söz var nede olsa.

Bir süre akşam lisesine devam etmiş. Sonra iş yükü ile yürütemeyince okuldan ayrılmak zorunda kalmış. “Çok pişmanlık duymadım” derdi okulu tamamlayamadığı için. Çünkü mesleğinde  aranan, kıymet gören bir tornacıymış. “Hiçbir zaman iş aramadım, hep iş buldu” beni derdi. Hakikaten çok başarılı idi..

Şartlar zor olsa da mutlu bir çocukmuş. Hikayelerini ağzım açık dinlerdim. Kedisi, keçisi, kuşu daha pek çok hayvanı olmuş. Mahalleden çocuklarla saka yakalamaya giderlermiş. “Sakaları yakalamak ve salmak dışında hiç eziyetimiz olmazdı” derdi. Bir gün babaannem tertemiz yıkamış, beyaz bir gömlek giydirmiş babama. Pabuçları bahçeye fırlatıp saka yakalamaya koşan babam tuttuğu tüm sakaları gömleğinin içine doldurmuş. Eve gelene dek pislemiş kuşlar . Bu hali gören babaannem bahçede kovalamış durmuş babacığımı. Gülerek anlatırdı bu hikayeyi. Yine bir gün, daha küçük bir yaştayken, odada canı sıkılmış. Mangaldaki külleri maşa ile alıp divanların üzerine koymuş, şekiller vermiş, desenler yapmış. Babaannem odaya girdiğinde gördüğü manzara karşısında basmış feryadı.

Çok güzel resim çizerdi. Hatırlarım, bir gün aynaya bakıp kendi resmini dahi çizmişti. “İş yerinde Aslan adında bir çocuk vardı. Bir an içimden gelip ağzında sigarası olur halde resmini çizmiştim. Aslan pek beğendi ve atölyenin duvarına astı. Gelen giden –Aslanın resmi değimli bu? Derdi. O derece benzemekteydi. Aslan resmi eve götürdü, “Babam hariç herkese gösterdim Selami abi, ağzımda sigara olmasaydı babam da görecekti” demişti.”  Diye anlatırdı.

Okul döneminde de yaptığı karakalem portreler pek beğenilir, eğitmenleri tarafından takdir görürmüş. Ben de resim derslerimde kendisinden yardım isterdim. Bir gün ödevimiz postane resmi çizmekti. Yapamadım, sıkıldım. Babamdan rica ettim. “sen yap, bende ona bakıp yapacağım” dedim. Keyifle almıştı kalemi eline. Pardösülü, fötr şapkalı adam telefonda görüşüyor, yaşlı bir kadın mektup atıyor, genç bir kız adres yazıyor, görevliler çalışıyor, solda banko sağda dizili ankesörlü telefonlar… Hayran olmuştum. Fotoğraf gibiydi. Defterin bir sonraki sayfasına bende çizmeye çalıştım benzerini , pek tabi başaramadım. Ama o resmi öğretmenime gösterdim “Bunu babam, bunu da ben çizdim” dediğime öğretmenim Işık hanım hayret içeren bir ses ile “Çok başarılı, çok yetenekliymiş baban” demişti.

Sesi de çok güzeldi. Münir Nurettin şarkıları söylerdi. Yalıköy’ de olan yazlık eve gidişlerimizde bir noktadan sonra dağ yollarına girerdik. “Hadi babacığım başlayalım” dediğimde “Leyla bir özgecandır” ile başlardı. Eli makama uygun ahenkle bükülürdü. Sesi buğulu bir hal alırdı. Bende eşlik ederdim. Hemen iltifat sözleri dökülürdü dudaklarından “Aman kızım ne hoş sesiniz var, kimden aldınız bu özelliğinizi” derdi, gülüşürdük. “Gülmedi şu bahtım, gülmedi gitti” ile devam ederdi. Annem arka koltuktan şakayla mızmızlanır “Mesaj mı içeriyor yoksa bu şarkı” diye babama takılırdı. Babacığımda “Sen benim başımın tacısın hanım, yüzümü güldürenimsin” der gönlünü alırdı.

Matematik zekası kuvvetli, tarih bilgisi engin, siyasi görmüşlüğü mühim, İslami hassasiyeti derin  bir adamdı. Anılarını, bilgilerini bizlere anlatmaktan mutluluk duyardı. Ben onu dinlemekten bambaşka bir keyif alırdım. Keşke daha çok anlatsa ve ben daha fazla dinlese idim. Keşke eşim ve oğlum onu sağlıklı hallerinde tanımış olsalardı. Hele oğlum… Dedesi ona ne meziyetler katardı, kim bilir…

Babam (I)

Ölüm ile ilk tanıştığımda 8 yaşlarındaydım.

Babaannem hastanede, babam yanındaydı.

O gece annem kız kardeşim ve beni yanında yatırmış, bizi uyutmuş kendi uyumamıştı. Gecenin bir vakti gözlerimi açtığımda koridor ışığının vurduğu odada babamı baş ucumdaki komidine oturmuş sarsılarak ağıyor görmüştüm. Annem babamın dizlerine sarılmış göz yaşı döküyordu. Babam “annemmmm” diyerek ağlıyordu. Gözlerimi babamın yüzüne çevirememiştim. Sadece inleyen sesini dinliyor, titreyen bedenine bakıyor ve annemin şefkatli sözlerini duyuyordum. O an babaannemin ölümüne değil de –ölüm nedir tam bilemediğimden olsa gerek- babamın acısına üzülüyordum. Yataktan çıkıp babacığıma sarılmak istemiştim ama babam, ağlıyor oluşunu görmemi beklide istemez diye tutmuştum  kendimi. Babaannem ölmüştü ve babam annesiz kalmıştı, bu çok can yakan bir şey olsa gerekti.

Ve seneler sonra babamı ebediyete uğurladığımda oğlum bana “Babaları ölen evler büyüyor, yani anne geride kalan bizler büyüyoruz, sen büyüyorsun…” diye teselli verirken aniden on yaş büyümüştüm.  Çok canım yanıyordu…

*************************************************************************************************

5 Nisan 2012 Perşembe

O sabah evden ayrılmadan önce annemle beraber doğrulttuk babamı yatağından. Bir avuç kalmış pamuk bedeninin her yanı acıyordu. İncitmemeye çalışarak kanepeye oturttuk. Anneciğim kahvaltısını hazırladı, elleri ile yedirdi. Zor yutkunuyordu. Her lokmasında boğulacak gibi oluyor, güçlükle nefes alıyordu. Birkaç aydır hastalığı artmıştı ve doktorlar güzel şeyler söylemiyordu. Defalarca hastalık geçirip her birini Allahın izni ile atlatmıştı babam. Bu günleri de atlatacak diye umut ediyordum ama yaşlı bedeni ve inleyen sesini duydukça umudum tükeniyordu.

Ayaklarım geri geri giderek evden çıktım, işe giderken gözlerim geride kalmıştı. Annem bu günü nasıl geçirecek, babam nasıl olacaktı. Gün bitip akşam oldu. Babacığım diğer akşamlardan farklı bir halde idi. Bizimle değildi. Başka bir yerlerdeydi. Hemen abdest alıp Kur’an-ı Kerim okumaya başladım. Sürekli okumamı isterdi. “İyi geliyor ” derdi. 2 saat aralıksız okudum. Arada bir titreyen elini uzatıp yanağımı okşuyordu.

Akşam namazından sonra bir iki lokma yemek yedim, biriciğim yiyemedi. Baktık ki babamın temizliğe ihtiyacı var, annemle hizmetini gördük. Hafif dokunuşlarımız bile canını acıtıyordu… Minik çığlıkları  kalbimi ortadan ikiye ayırıyordu. Çare olamıyordum, bu çok üzücü  bir şeydi. Annem her zamanki gibi “Helal olsun beyim  sana” diyerek hizmetini sürdürüyordu. Ben babama onu ne çok sevdiğimi söylüyordum. Üzülmesin istiyordum. Çünkü bilincinin iyi olduğu zamanlarda “Size eziyet oluyorsam hakkınızı helal edin, üzüyorsam, affedin, kötü kelime ediyorsam inanın bilmiyorum, hatırlamıyorum” diyordu. Benim babam hiçbir canlıyı incitmemiş bir adamdı. Hele ki hane halkına olan davranışları…El üstünde tutardı bizleri. Tek bir gün hatırlamıyorum kalbimizi kırdığı.

Tekrar Kur’an-ı Kerim’i aldım elime.

2 yıldır alzheimer hastalığının pençesinde olan babacığım son 3 ayda her şeyi unutmuştu. Yemeyi, içmeyi, uyumayı, göz kırpmayı, yutkunmayı, evini, işini, arada bir beni ve annemi de karıştırır olmuştu. Annem ile “Ömrünü ibadet ile geçirmiş biri son anlarında ya şehadeti unutur, ya Allah’ı unutursa” diye korku duyar olmuştuk . Çünkü elinden düşürmediği tespihini bile avucuna verdiğimizde boş gözlerle bakıyordu yüzümüze. Ezan sesini, bir sevgiliyle buluşma anı gibi bekleyen babam, namazını hatırlamaz olmuştu.

Vefatına 2 saat kala baktım babam Esma’ül Hüsnaları zikrediyor. Şehadet getiriyor. Ağlamaya başladım, bilinci açılmıştı. Senelerdir teyemmüm için kullandığı bir tuğlası vardı. Onu istedi benden. Teyemmüm  aldı. Yattığı yerden namaza durdu. Bir dakika sürdü sürmedi yine zikre daldı. “Babacığım senin için ne yapabilirim, emret, iste ne olur” dediğimde, “Benim için üzülme kızım, ben iyi olacağım” dedi. “Ah babam çok seviyorum seni” dediğimde beni sevdiğini söyledi , yanağımı okşadı ve zikre devam etti.

Nefes alışları değişmişti. Üzerindeki örtüsünü düzeltmek istedim, bacaklarında iri renk değişikliklerini gördüm. Birkaç dakika sonra o değişiklikler diz kapaklarında da oluştu ve çok kısa süre sonra sol kolunu kapladı. Saat 22:20…

Şu fani dünyadan ayrılırken, annem zemzemini veriyor ben duasını okuyordum. Canım babacım bir bebek gibi yumdu gözlerini. Bir damla yaş aktı boşluğa bakan buğulu gözlerinden, o kadar…

“Nasıl yaşarsanız öyle ölür ve nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz “ Hadis-i Şerifindeki gibi hakiki bir mü’min olarak yaşadı  babacığım ve son anında da hakiki bir mü’min gibi hayata veda etti.

Kabrin nurla dolsun babacığım.

“Şu dünyada sakın rahat peşinde koşma kızım, insan rahat etmek için gelmedi dünyaya. Bu yüzden mutlu günler, neşeli anlar, birliktelikler, huzurlu günler olduğu gibi hastalıklar, ayrılıklar, acılar da olacak. Hatta beklide acılar fazla olacak, kul sınanacak, sabredecek, mümin duruşu ile Allahtan gelene razı oluşu ile, isyana yönelmeyişi ile mertebe kazanacak. Ne ki bu hayat. Sorsan bana sanki hala 13-14 yaşlarındayım. Kim yaşadı 80 seneyi, ben mi… Ne vakit geçti, anlamadım. Bu yüzden hızla geçen bu ömürde kıymet verdiğin şeye dikkat et. Fani olana değil baki olana yönel. Dünyevi nimetleri helal daire içinde gönlünce tat, ama ahretin için daha fazla çabala. Aile aile aile… En önemli şey ailendir. Aileni değerli tut, emek ver, emek vermediğin şeyin değeri az olur. Küçük münakaşalar olacaktır, bunlar birdenbire yıkım olmasın diye bazen gereklidir de. Tıpkı minik sarsıntıların daha büyük depremlere mani oluşu gibi.  Çarçabuk gönül  al, aynı hatanı ikinci kere tekrarlama. Aile sırrını tut. Namusunu koru. Suizanda asla bulunma, hüsnü zanlı düşün. Ama insanları sui zana sevk edebilecek hareketlerden de kaçın, mesul olursun. İlim öğren, ilminle amel işle. Yoksa amelsiz ilim , kitap yüklü eşeğe çevirir insanı. Allah’ı zikret, geceleri uykunu bırakıp Rabbine yönel. Güneşi doğdurma üzerine. Çık balkona, yeni doğan günü seyret, kainatın uyanışını izle. Geçen sabah balkona yuvalanmış kırlangıçlara ilk uçuşlarını yaptırdı anneleri. Bir bilsen neler kaçırdın. Nasıl cesaretlendiriyordu yavrularını, o minik yürekler nasıl korku ile titriyorlardı. Heyecan ile ilk kanat çırpışları ne güzeldi. Annelerinin onları izleyişi ne muhteşemdi. Göremedin bak… Güzel şeyleri gör, kötüye kulağını da gözünü de kapat emi kızım”

Saadet o kadar da uzakta değil

Evlilik arefesinde olan yada evliliklerinde ufak tefek tartışmalar yaşayıp da gönül kırıkları ile bana açılan kardeşlerime anlattığım bir hikaye vardır :

Evli bir çift , bir akşam oturup, ilişkilerini gözden geçirmeye karar verirler.

Her ikisi de, boşanmayı istememekle beraber, işlerin böyle gitmeyeceğinin de farkındadırlar.

Erkek, “Aklıma bir fikir geldi” der.

“Bahçeye bir ağaç dikelim ve eğer bu ağaç üç ay içinde kurursa boşanalım. Kurumaz da büyürse bunu bir daha aklımızdan geçirmeyelim. Bu süre içinde de ayrı ayrı odalarda kalalım.”

Bu ilginç fikir hanımının da hoşuna gider.

Ertesi gün gidip bir fidan alırlar ve bahçeye dikerler.

Aradan bir ay geçtiğinde,  bir gece bahçede karşılaşırlar.

Her ikisinin de elinde içi su dolu birer bidon vardır.

Evet..

SEVGİ içi boş bir kavram değildir.

Evlilikte mutluluğun birinci şartı EMEK tir.

Emeksiz ne bir fidan, ne çocuk yetişir .

Ne de ailede huzur sağlanabilir.

Çevremdeki güzel evlilik modellerine karşı hiçbir zaman kayıtsız kalamaz ve bu güzelliği nasıl sağladıkları konusunda her iki çiftede sorular yöneltirim.

İki satırdan oluşmuş görülse de uygulamada gerçekten özveri gerektiren davranışları barındıran müşterek cevap genelde şudur:

“Duyguları ilk günkü tazeliğinde korumak, eşimi hiç kimseye ezdirmemek, şefkatimi ve merhametimi göstermek, onu anlamaya çalışmak, iletişim halinde olmak

Her ailede ufak tefek olumsuzluklar yaşanması gayet normaldir.

Kıymetli babacığım “bir evde sürtüşmeler olmaz ise o evlilik beklenmedik bir anda, aniden yıkılır. Bu sebeple münakaşa etmeden, münazara ile , birbirini kırmamaya özen göstererek sorunlar konuşulmalıdır” derdi..

Çiftler birbirlerini “ezmek, yenmek” fikri ile değil, “uzlaşmak, anlaşmak” niyeti ile yaklaşmalı, bir iletişim zemini üzerinde konuşabilmelidir.

Nedense bizler konuşma hususunda çok da başarılı olamıyoruz. Hani bir laf vardır “dağ dağa küsmüş de dağın haberi olmamış” misali küsüyoruz, surat asıyoruz. Kırgınlığın  sebebi veya nasıl giderebiliriz konularında iki çift laf etmiyoruz.. Onarılmamış kırgınlıklar zamanla büyük küslüklere, bu küskünlükler iletişimi istememeye ve iletişimsizlik de gün be gün kopmaya kadar varabiliyor.

Sonunda bir bakmışsınız aynı çatı altında birbirinden habersiz iki yabancı…

İşin daha da acısı mutsuz çocuklar, akabinde gelecek mutsuz yarınlar….

Aile, insanın kendini en güvende hissettiği, dış dünyaya karşı zorluklara direnç gösterebildiği, kendisini en fazla sevenlerin bulunduğu cennetten bir köşe olmalıdır.

İnsanın mutlu olmak adına aradığı her şey evlilikte, ailede mevcuttur.

Ancak “mutlu olmak için” neyi aradığınız ile ilgilidir birazda bu durum. Kuracağınız yuvada hem dünya hem ahiret saadeti istiyor iseniz, merkezine Allah inancını oturttu iseniz, güzeller güzeli Peygamber efendimizin (sav) ahlakını ve aile yaşayışını örnek edindi iseniz o evlilik Allah ın himayesi altındadır inşallah.

Şu an aklıma gelen ve her hatırlayışımda gözlerimi dolu dolu eden çok kıymetli büyüğümüz, hocamız Sabri Tandoğan Beyefendinin o derin tespitini size aktarmak isterim. Diyor ki o güzel insan :

İnsanlar kuru ekmek yedikleri için boşanmazlar, yamalı elbise giydikleri için boşanmazlar. İnsanlar, karşı taraftan sevgi, saygı, ilgi, şefkat görmedikleri için boşanıyorlar. İnsanoğlu sevgi, saygı görmezse yaşamak neye yarar...

 

Aile birliği öyle sağlam temeller üzerine kurulmalı ki, eşler kapıdan girerken hiç bir şey, ama hiçbir şey ölüm bile olsa, bizi birbirimizden ayıramaz, bizler Allah’ın izniyle, Peygamberin yardımıyla bu mübarek kapıdan içeri giriyoruz. Her şeyimizle birbirimize aidiz. Sevgiyle kenetlenen ellerimiz hiçbir zaman hiçbir şekilde bir birinden ayrılmayacak. Biz bu yuvayı sevmek ve sevilmek için kurduk. Hayat boyu birbirimize yardımcı olacağız. Hayatın getirdiği acıları da, sevinçleri de beraber paylaşacağız. Asıl gıdamız sevgi olacak. Her zaman “seviyoruz, seviliyoruz, güzelliğimiz bu yüzden.” diyeceğiz. Ve “sevmek devam eden en güzel huyum” şarkısını hep beraber söyleyeceğiz. Sabahleyin eşler birbirinden ayrılırken yürekleri titremeli. Akşama kadar ayrı geçecek zaman onlara bir asır kadar uzun gelmeli. Hep, o akşam eve gelmenin sıcak heyecanı içinde ürpermeli, bekleyiş heyecanı içinde olmalı. Akşam kapıdan girerken önce besmele diyip, Allah’a şükredip, sonra el ele tutuşup, “hiçbir şey ama hiçbir şey bizi birbirimizden ayıramaz.” diyebilmeli.”

Böylesi bir aileyi yaşatabilmek inanın hayal değil.

Her şey o iki insanın elinde

Kadında ve erkekte.

Yeter ki emek verelim, sevelim, hoş görülü olalım, hiçbir zaman saygımızı yitirmeyelim birbirimize.

Efendimiz, Sevgili Peygamberimiz (sav) in bir hadis-i şerifi ile bitirelim:

“Müminlerin iman yönünden en kâmili, ahlâkı en güzel olanı ve ailesine karşı en çok lütufkâr davrananıdır. Hayırlınız ailesine iyi davrananızdır. Ben ise aileme karşı en iyi davrananınızım”

 

Bekle bizi Ankara

Kışın tam da ortasında , hele hele kar-tipi içinde yola çıkmak pek akıllı işi değilse de niyetine girdik bir kere.

Oğlumla birlikte yarın Ankara yolcusuyuz. Yaklaşık 10 gün sürecek olan bu gezimizde sevdiklerimizle olacağız inşallah.

Babamızı çok özledik.

Teyzemizi, kuzenimizi, eniştemizi ve Ankara’lı dostlarımızı…

Dilerim güzel hatıralarla İstanbul ‘a döneriz.

Bakalım bizi nasıl günler beklemekte…

Allah bir elinizi tutmadan öbür elinizi bırakmıyor

Dışarıda yağmur vardı, akşamın lacivert karanlığı tüm güzelliği ile inmeye başlamıştı.

“Hadi sinemaya gidelim bu akşam, önce güzel bir yemek yer, ardından filmimizi izleriz. Ne dersin?”

Böyle akşamların “hayır” denemeyecek teklifini yapmıştı bana.

Havadaki koku, gökyüzünün rengi, romantik bir film izlemeye davet eder gibiydi.

Öyle de yaptık…

Güzel bir filmdi.

“Melekler Şehrini” hatırlayanlarınız olabilir. Ona benzer tarzdaydı.

Adı “cennet gibi” (Just Like Haven)…

Film,  kendini doktorluk mesleğine adamış bir genç kadının tam aşkı yakalamak üzereyken trafik kazası geçirmesi ile başlıyordu.

Detaylara şimdi girmiyim, izlemenizi öneririm.

Filmin  güzelliği bir yana , asıl içerdiği  mesaj çok tesir etti bana.

“Yaşanması gereken ne varsa hayatta, eninde sonunda yaşanıyor, eksik bir şeyler kaldı ise, illa tamamlanmasını bekliyor”

evet…

Sinema salonundan çıktığım anda her zamanki gibi ayaklarım yere sıkı basamadan, merdiven basamaklarını bulmakta güçlük çekerek, izlediklerimin hoş sarhoşluğuyla onun koluna girdim ve bu sözü söyledim kulağına :

“Yaşanması gereken ne varsa hayatta, eninde sonunda yaşanıyor”

Sonra bu sözün üzerine tatlı tatlı konuşarak,  gülüşerek eve geldik.

16 aylık oğlum anne ve teyzesini sevinçle karşıladı, üçümüz birbirimize sarılıp dans ettik salonun ortasında, hoştu…

Bir yerlerde okumuştum. Diyordu ki “yaşanması gereken ne varsa yaşıyorsunuz. Sizin için takdir edileni yaşıyorsunuz. Çünkü gerçekten hayırda, şerde, iyi gün de, kötü gün de insanlar için. Hepsi bir imtihan vesilesi. Ve hep şunu gördüm : İnanın,  Cenab-ı Hak bir elinizi tutmadan öbür elinizi bırakmıyor.”

Gerçekten de yaşam çok da zorlanarak ilerletilmiyor.

Kimi zaman olması gereken sonun ne olduğunu bilmediğimiz için aksi yönde zorluyoruz hayatı. Sonunda görüyoruz ki boşuna.

Oysa bazen durup beklemek, akıntının bizi ne yöne çektiğini anlamaya çalışmak, biraz soluklanmak daha uygun gibi görünüyor.

Bazen tercihlerimizin bizi nereye çıkaracağını bilmiyoruz.

Yoksa illaki yaşamamız gereken şeyi mi tercih ediyoruz?

Hiç düşündünüz mü bunu?

Hayat imtihanında seçtiğimiz yol ve tercihlerimiz bize ya artı puan verecek ya da eksi.

Ama inanıyorum ki nihayet değişmeyecek.

O mutlak son ne ise o olacak ve yaşanacak.

Seneca’nın da dediği gibi , mühim olan ömrün sarf edildiği yere göre kıymet kazandığını düşünerek yaşamaktır.

Ömrün uzunluğuna yada kısalığına bakmamak lazım.

Film deki bir sahne daha geldi şu an aklıma:

Adamın elinde kadını ve ablasını gösteren, son derece neşeli oldukları bir fotoğraf var.

“Çok mutlu bir gününüzde mi çekilmişti bu fotoğraf?” diye soruyor kadına.

Kadının cevabı ilginç :

“Hayır. Aksine tıp fakültesine giremediğimi öğrendiğim bir gündü. Değil fakülteye girebilmeyi, açık öğretimi bile kazanamamıştım. O gece sınav sonuç kağıtlarımı yırttım ve ablamla sabaha kadar eğlendim. Hayatımın ilk başarısızlığı idi. Oysa bütün hayatım başarılarla doludur benim. Ve hep çalış-çalış-çalışlarla… İlginç olan ve bu resmi önemli kılansa ömrümün hiçbir gününde o başarısız günümde olduğu kadar mutlu olmamıştım ben.”

Peki ya bizler?…

Düşünmek zamanı…..

(aralık 2005)

Rana Çolak

Kasım Yağmurları

Sabahları uyandığımda,

telaşlı yağmur damlacıklarının

pencere camıma bıraktığı

O tatlı tıkırtıları duymayı

ne çok özlemişim.

Rüzgar yüzümü acıtırken eve doğru koşmayı,

yollardaki su birikintilerinden sıçramayı,

camların buğusunu, limonlu ıhlamuru…

Yeni bir kazak almayı,

İş çıkışı karanlığı,

kestane kebabı ,

çat kapı konukları

Toprak kokularını….

Ve duaları…

Yağmur damlacıkları

Öte alemlerden kopup gelirken

Rahmet yağarken yer yüzüne ,

kapılar açılmışken ardına kadar

Edilen tüm dualar kabul olurken

Dualarım da yükselir sanki  gök yüzüne.

Her kapıyı açan Rabbim den,

hayır kapılarını açmasını isterim bu vakitlerde.

Yağarken yağmur,

Özlemeyi severim en çok

Hüzün takılır saçlarıma

Şarkılar daha dokunaklı gelir

Kırılganlıklarım artar,

Sırtında gezinecek şefkatli bir ele  aç

kedi yavrusu gibi olur ruhum.

Geldi kasım yağmurları

Özlenen pek çok alışkanlıkları ile…

Hoş geldi…

(kasım ikibinbeş)

Bayram

Bayramları “bayram” yapan güzellikler her yeni bayramda yitip gidiyor ve farklı bayram anlayışları yaşantımızı zapt etmeye başlıyor

Artık klasikleşmiş kelimeler arasına girmiş “ah neydi o eski bayramlar” nostaljisini  bir türlü kenara koyamıyor insan. Bayramlar toplumsal mutluluktan çok kişisel heyecan oldu nedense. Bayramları tatil, dinlence, seyahat etme günleri olarak görmeye başladık. Halbuki bayramları bayram gibi yaşamak, bayrama has değerleri zamana ve kişiye hapsetmemek gerekiyor.

Güler yüzlülük, yardımlaşma, konukseverlik, hediyeleşme, kardeşlik, barış, hoşgörü, sevgi , gelecek nesillere umutla bakma hislerimizi en üst düzeyde yaşayacağımız günlerdir bayramlarımız. Bu değerler yaşadıkça katmerlenir ve lezzeti ziyadeleşir , toplumu birbirine daha sıkı bağlar.

Geçenlerde bir konuğumla bayramlara ait hoş bir sohbet yapmak nasip oldu. Bana memleketlerinde halen yaşanmakta olan bayram günlerini anlattı. İnanın şaşırdım. Demek günümüzde bile böylesi güzellikler varmış dedim. Arife gününden başlarmış birliktelik. Mahalleli toplanırmış kabristanda. Kuran-ı kerimler okunur, kabristan önünde helvalar pişirilir gelen gidene dağıtılırmış. Köy 3-4 mahalleden oluşmakta imiş. Birinci gün bir mahallenin bayramı, ikinci gün bir diğerinin bayramı, üçüncü gün de öteki mahallenin bayramı imiş. O ne demek diye sorduğumda güldü ve dedi ki :

–          Birinci günü bayramı olan mahallenin köy odalarında erkekler için, evlerinde de hanımlar için sofralar açılır. Diğer mahalleliler toplaşıp bu mahalleye gelirler. Yemekler, ikramlar, sohbetler olur, muhakkak Kuran-ı Kerim okunur. Ertesi gün de öteki  mahalleye gidilir. Benzer ikramlar orada olur ve tüm bayram süresince sıra ile her mahalle ziyaret edilir. Yaşlısı- genci, çocuğu-bebeği , kadını-erkeği hep bir arada, denk ve bayram sevincini birlikte yaşar halde…

Çok şaşırdım ve hoşuma gitti.

–          Bozulmadı oraları dedi.

bozulmak”…. gerçekten de böylesi güzellikler bizi sağlam tutuyor.

Yaşanmadığı zaman “bozuluyor” arızaya geçilmiş olunuyor.

Akrabalarımız ve yaşadığımız semtimiz içinde birbirimizi kollayıp gözetmeler, ihtiyaçlarımıza eğilmeler, dertlerimize derman olmalar,  sevinçte ve kederde paylaşımlar azaldıkça maalesef  bayramlarda bir taraf bayram eder iken diğer taraf sıkıntı içinde bayramı karşılamaya çalışıyor.

Birbirimizden bihaberiz. O kadar bihaberiz ki bayram yaklaşırken çevremizde fitre ve zekat verecek insan bulamadığımızdan şikayet bile ederiz. Bu işte de kolaya kaçmaya meylederiz. Halbuki evvela ihtiyaç sahibi tanıdıklarımızın hak sahibi olduklarını bilmeliyiz.

Fakir-fukaranın gözetildiği,  güzelliklerin devam ettiği, çocukların sevindirildiği, yaşlıların dualarının alındığı, sağlıklı , mutlu bayramlar dilerim.

Ne mutlu bayramı hak edenlere, ne mutlu bayram coşkusunu yüreğinde, hanesinde ve çevresinde yaşayabilene.

Bayramımız hayırla dolsun .