İnsan hayatını anlamlı kılan , onu diğer canlılardan ayıran özelliğidir mükellef olduğu konular. Mesuliyetleri…
Evvela kulluk vazifemiz. Bu en büyük mesuliyetimizdir hayatımızda. İslam ı anlamak, anlatmak, sevdirmek ve yayılmasını sağlamak. Sürekli hayır yolunda çaba sarf edip Rabbimizin rızasını almaya çalışmak birinci vazifemizdir.
Ardından ana babalarımıza karşı olan mesuliyetimiz gelir. Hadis-i şerifte buyurur ki :
“Ana-babasını dine uygun hizmetleriyle razı eden, Allah’ı razı etmiş olur, onları gazaplandıran, Allah’ı gazaplandırmış olur” .
Ana babalarımızın rızalarını almanın ne kadar ehemmiyetli olduğu pek çok hadis-i şerifte ve yüce kitabımız Kuran-ı Kerimde işaret edilmiştir bizlere.
“Biz insana, ana-babasına iyilik etmesini tavsiye ettik.” [Ahkâf 15]
“Rabbin, yalnız kendisine kulluk etmenizi, ana-babanıza da iyi davranmanızı emretti. Onlardan biri veya ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine öf bile deme; ağır söz söyleme, onlarla yumuşak ve tatlı konuş, onlara acı, tevâzû kanadını gerip “Rabbim, küçükken beni yetiştirdikleri gibi sen de onlara merhamet et” diye duâ et.” [İsrâ 23, 24]
Ana-babaya iyilik ve ihsanda bulunmak evlada farz kılınmıştır.
Peki ya çocuklarımıza karşı mesuliyetlerimiz? Gelecek nesillerin şekillendirilmesi, toplumun kurtuluşu pırıl pırıl yetiştirilmiş çocuklar ile mümkünüdür. Sadece dünya hayatlarının ferahını sağlamak intihardır. Öncelikli vazifemiz ahiret hayatlarını kurtaracak ilim verebilmektir. Bunun için ana-baba olmadan önce kendimizdeki eksikliklerden uzaklaşma gayretinde olmalıyız. Unutmayalım ki söylediğimiz sözlerden çok hal ve hareketlerimiz çocuklarımıza model olacaktır. Kuran-ı Kerim de “Kendinizi ve âile efrâdınızı Cehennem ateşinden koruyun!” [Tahrim 6] denmektedir. Allahü Teâlâ, kullarına (Emr-i ma’rûf) yapmayı emrediyor. Ya’nî, “emirlerimi, bildiriniz, öğretiniz” buyuruyor. (Nehy-i münker) yapmayı da emrederek, yasak ettiğini bildirdiği harâmların yapılmasına râzı olmamamızı istiyor
Toplumdaki görevlerimize ait mesuliyet duygusunu çok güzel ifade eden bir kıssadan hisse aktarmak isterim sizlere:
Osmanlıların ilk Şeyhülislamı Molla Fenari Şeyhülislam olmadan önce Bursa kadısı idimiş. Onun kadılığı sırasında bir adam pazardan bir at satın almış. Fakat alış-verişin hemen arkasından atın hasta olduğunu fark etmiş. Geri vermesi gerekiyormuş, ama satın aldığı adamı zorluk çıkartıp da, atın hastalığını kabul etmez diye önce kadıya gidip resmi kanaldan işi sağlama bağlamak istemiş. Mahkemeye gittiğinde kadıyı (Molla Fenari) yerinde bulamamış. İşini ertesi güne bırakmış. Fakat at o gece ölmüş. Adam ertesi gün olanları kadıya anlatmış, mağdur olduğunu, ne yapması gerektiğini sormuş.
Molla Fenari “Senin zararını ben ödeyeceğim” demiş. Adam şaşırmış :
– “Niçin siz ödeyeceksiniz, konuyla hiçbir ilginiz ve suçunuz yok ki…” demiş.
Molla Fenari, “Evet öyle görünüyor ama aslında benim de suçum büyük. Eğer sen dün makamıma geldiğinde ben yerimde olsaydım, olaya müdahale eder, atı geri verdirir, paranı iade ettirirdim. At da sahibinin elinde ölmüş olurdu. Bu imkân şimdi yok olmuştur. Senin zararına benim makamımda bulunmamam sebep olduğu için zararını ben ödeyeceğim” demiş ve ödemiş.
Kulluk vazifemize, ana babalarımıza, aile efratlarımıza, yaşadığımız topluma, işimize, komşumuza, akrabalarımıza, kısacası içinde ve yakınında olduğumuz her şeye karşı mesuliyetlerimiz vardır. Aslına bakarsanız her biri ayrı ayrı anlatılması ve üzerinde durulması gereken konulardır. Bu hafta genel bir açıdan bakmaya çalıştık. İnşaAllah ilerleyen haftalarda her bir konuyu tek tek ele almak nasip olur.
Mesuliyet…
Öğrenmemiz ve uygulayabilmemiz gerekenler arasında öncelikli sırada…
Hayırla kalın
Hac mevsimi açıldı ya, yıllardır içimde büyüyen yangın yeniden alevlendi işte.
Hiç yaşamadığım, görmediğim, bilmediğim o kutsal topraklara yüz sürme arzusu günden güne derinleşiyor yüreğimde.
Televizyonu açtığımda giden hacı kafilelerini görüyorum.
Mahallemizde bu sene hacca gitmek nasip olan mübarekleri duyuyorum.
Arkadaşlarım yakınlarını uğurlayışlarını anlatıyor nemli gözlerle.
Ve ben her mevsim içimdeki alevin beni daha fazla sarmaladığını hissediyorum.
“Allah’ım bana da nasip eyle ne olur” diye göz yaşı döküyorum.
Bu hal artık bir sevda boyutuna ulaştı. Nasip olur mu olmaz mı bilmiyorum.
Ama dua ediyorum…
Geçen akşam ana haber bültenlerinin birinde bu yıl giden ilk hacı kafilelerini gösteriyorlardı. Her birinde aynı hal, heyecan, sevinç, tebessüm.
Ama içlerinden biri vardı ki…
Ak sakallı yaşlı bir amca..Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. “Çok istememe rağmen geçen yıl gidememiştim. Bu yıl nasip oldu, o kadar mutluyum ki” derken konuşmakta güçlük çekiyordu.
O TV ekranında, ben evimin odasında ağlıyorduk…
Babam da ben gibiydi. Çok isterdi gitmeyi. Bunu her fırsatta telaffuz ederdi. Ama bedenen yaşadığı hastalıklar o mübarek topraklara gitmesine engel teşkil ediyordu. Seneler önce mahallemizden bir yakınımız Hacca gitmişti. Babam bacaklarındaki hastalığı sebebi ile aylardır yatağından çıkamıyordu. Bir nevi yatalak kalmıştı. Sürekli o yakınımızdan bahseder ve “ah imkanım olsa da hacılığı hayırlı olsuna evine gidebilse idim” der dururdu. Ve bir gün bahsettiğim yakınımız telaş ile kapımızı çaldı. Allah ın selamı ile geldi oturdu babamın odasında. Sohbete başladılar .
“Aman beyefendi, kusuruma bakmayınız. Uzun zamandır gelip sizi ziyaret etmek ve hacılığınızın hayırlı olması için dualarımı iletmek istiyordum ama eksik olmasınlar gelen gidenimiz çoktu. Şu zaman aralığını bulup ancak ziyaretinize gelebildim. Fakat şu an yatıyor olmanız beni şaşırttı. Hac farizası sizi çok mu yordu acaba” diye sordu babacığıma.
Hepimiz şaşırmıştık. Birbirimize bakıştık. Babam hacca gitmediğini, uzun zamandır hasta olması sebebi ile ayağa dahi kalkamadığını hatta kendilerini ziyaret etmek istemesine rağmen buna bile imkan olmadığını belirtse de konuğumuz ısrarla :
“Olamaz. Sizinle orada birlikte idik. Hatta uzaktan sizi gördüm, yanınıza gelebilmem olanaksızdı, el salladım ve siz bana tebessümle karşılık verip elinizle işaret ettiniz. Birkaç defa daha gördümse de yanınıza gelemedim. Fakat kesinlikle eminim ki o sizdiniz.”
Gözlerimiz dolu dolu oldu. Söylenecek söz yoktu tüm bunların üzerine. İnşallah bedenen gitmesi mümkün olamayan sevgili babacığım ruhen oralara gitmiştir ve hacılığını kabul eylemiştir Rabbim.
Geçtiğimiz yaz Osmaneli’ nde bir düğün merasimine konuktum. Memnuniyetle katıldım. Camide yapılan hoş sohbet evvelinde okunan bir ilahiyi hiç unutamıyorum. İlahinin güzelliği bir yana, asıl beni yanımdaki yaşlı teyze etkilemişti. Yaşını tahmin edemiyorum. Epeyce yaşlı da olabilir, yılların yorgunluğu sebebi ile daha yaşlı görünüyor da olabilir. İncecik bedenli, toprak kokusunu sindirmiş elleri, derin kırışıklarına rağmen pırıl pırıl parlayan küçücük bir yüzü vardı. Hac ilahisi okunmaya başlamıştı. İlahi okunurken kutsal topraklarda eşim-oğlum ve beni görüyor, oralara gitmişiz gibi hayaller kuruyordum. Birden o şeker teyzem ağlamaya başladı. Öyle tatlı, öyle masum ağlıyordu ki. Hem ilahiye eşlik ediyor kısık sesi ile hem damlayan göz yaşlarını siliyor pamuk elleri ile. O an ona sarılıp birlikte ağlamak istedim, yapamadım. Tuttu bir şeyler beni. Sadece bakıyordum, aşkına hayran kalmıştım.
Özlemini anlıyordum.
Sessiz sedasız bende ağlıyordum.
Bir hacı kafilemizi daha uğurladık
Duam odur ki ;
Hayırlı olsun,
Ettikleri dualar, yaptıkları ibadetler kabul olsun.
Hacılığa yaraşır bir ömür sürsünler.
Ve Kudreti Sonsuz Allah ‘ım bizlere de idraki ile nasip eylesin inşallah
Amin.
09/12/2005
Rana
Olaylara bakışımızı, yorumlayışımızı ve uygulayışımızı hiç düşündük mü?
Bir şeyleri ertelemenin, sürekli mazeret üretmenin, yada daima gecikmiş olmanın üzücülüğü nasıl bir his biliyor muyuz?
Ertelediklerimizi ele alalım ilk önce.
Dikkat ederseniz , özellikle hayırlı bir iş yapmak istediğimizde şeytan gelir dikilir tepemize ve sürekli o işi daha sonra yapmamız için kulağımıza fısıldar durur. Hani başka işlerde uğramaz kapımıza, ıvır zıvır işleri erteletmez de bize , hep asıl vazifelerimizi yerine getirmek için adım atacağımız anlarda yanı başımızdadır.
Namaz kılmak için niyetlendiğimizde,
hayırlı bir iş yapmayı planladığımızda,
imkanımız varken hacca gitmek istediğimizde….
vs, vs…
Adı üstünde : Şeytan….
Sevaptan uzakta, günahın ta içinde tutacak bizi.
İnsanız, normaldir bu gibi haller. Ama asıl mühim olanı günahtan sonraki tavrımız. Tövbe ediyor olmamız, halimizi savunmaya geçmeyişimiz ve hemen istiğfar etmemizdir.
Şeytanını öldüren , hayırlı işleri için besmele çekmekte gecikmeyenlerden oluruz inşallah.
Peki ya zamanı iyi kullanamayıp ta , geç kalışlarımız?
Nedense insanoğlu musibetler başına gelmedikçe idrakte zorlanıyor.
Bir adama oturup zamanın kıymetini saatlerce anlatın, örnekler verin, yinede o kıymetli zamanı tüketmeden anlayamaz değerini. Ta ki ömür sermayesini bitirip de geriye dönüp baktığında bir arpa boyu bile yol almamış olduğunu anladığında….
İş işten geçmiş olduğunda…
İş hayatımızda yetiştirmemiz gereken bir işi tamamlamak için zamanımızın kalmadığını fark ettiğimizde bize 1 tek gün daha verseler ne çok seviniriz değil mi? Neler sığdırırdık o bir günümüze?
Peki ya ömür?
Geçtiğimiz akşam kitaplığımı toparlarken sevdiğim bir kitap geldi elime. Seneler önce okuyup kaldırmışım diğer kitapların arasına. Murat Başaran’ ın kitabı…
Zaman a dair bir paragrafında şöyle demiş ve ben altını çizmişim : Cebindeki üç kuruş parayı sarf ederken kılı kırk yararak hesap yapma hassasiyetini gösteriyorsun da, ne kadarını ödünç olarak sahiplendiğini bilemediğin zamanı iştahla nasıl yutuyorsun?
Evet nasıl? Bunun sorgusunu içimizde derin derin yapmaya çalışırsak ortaya çıkanın ne olacağını hepimiz az çok biliyoruz değil mi…
Zarar-Ziyan…..
Tüketiyoruz ömrümüzü hoyratça.
Kıymetini bilmeden, geri gelmeyeceğini hiç düşünmeden.
Tıpkı bir mirasyedi gibi.
Ve sonunda geç kaldığımızı fark edişimiz bir tokat gibi çarpacak yüzümüze.
İstediğimiz elbet bu değil.
Ama istediklerimiz ile yaptıklarımız arasında derin uçurumlar var.
Birde sürekli mazeret sürenler var ki onların hali daha da acıdır aslında. Sürekli imkansızlıklarını dile getirir dururlar.
Tıpkı benim gibi….
Oğlum dünyaya gözlerini açtıktan sonra alışmakta zorlandığım bir tempo içinde bulmuştum kendimi. Ne ev işime, ne çalışma hayatıma, nede bebeğimin bakımına yetişemiyordum. Tabi namazlarım da aksıyordu. Bir gün kıymetli hocam Cemil Tokpınar ın sözü ulaştı kulaklarıma “ya namaz kılmamak için bahane ettiğiniz sebepler elinizden alınırsa”
Nasıl bir korku sardı ruhumu tahmin edersiniz.
—–
Mustafa İslamoğlu’ nun fevkalade yazısından küçük bir alıntı :
“İmkanım yoktu” deme
Kendine doğruyu söyle.
“Üşendim” de…
“Tembellik ettim” de…
“Canım istemedi” de…
“Yapmak içimden gelmedi” de…
Hiç değilse “yattım” de…
Ne dersen de, ama “imkanım yoktu” deme
Unutma , iman en büyük imkandır.
İmanı olanın imkanı tükenmez
Hatta kimi zaman “imkanım yoktu” demek, imanım yoktu” demeye bile gelebilir.
-Rana-
Sabahın ilk saatlerinde şirketteki odamdan içeri pek giren olmaz. Genelde problemler üretim hız almaya başladığında çıktığından mıdır nedir… Alışık değilim gelene gidene o saatlerde.
Fakat geçtiğimiz pazartesi günü sevdiğim bir arkadaşım yüzünde kocaman bir gülümseme ile erkenden geldi ofisime. Bir defa daha düşündüm gülümsemenin her insana yakıştığını ve bu şekilde girilen meclislerin o olumlu elektriği hemen yakaladıklarını. .
-Hayırdır? Diye sormadan edemedim. Nedir bu şen halin?
-Ya Rana..hani hep deriz ya “hiçbir iyilik karşılıksız kalmaz. Hele ana babaya iyiliğin mükafatı” diye
-Evet
-Bunu hafta sonu bizzat yaşadım.
Hoşuma gitti. Merak ile yüzüne baktım. Çekti bir sandalye oturdu yanıma. Heyecanla, gözleri pırıl pırıl bir halde anlatmaya başladı.
“Cuma akşamı çok yorgun gittim eve. Kafamda bir yığın maddi-manevi mesele, haftanın birikmiş sıkıntıları. Tüm hafta sonu sadece dinlenmek ve evden dışarı çıkmamaktı niyetim. Eşofmanları giyip uzandım kanepeye. O sıra telefon geldi. Baktım anne-babam telefonda. “Özledik sizi, torunlar burnumuzda tütüyorlar” diyorlardı. Ne olun gelin de görüşelim demeseler de sesleri her hali ile belli eder cinsten idi. Kapattıktan sonra telefonu tuhaf oldum. Hadi dedim bizim hanıma. Hazırla çocukları da annemlere gidelim. Hanım sevindi, çocuklar ayrı sevindi. Toparlanıp çıktık. O gece orada kalıp ertesi gün eve döndük. Babam kapıdan bizi uğurlarken “Sen bizi sevindirdin oğlum, Allah da seni sevindirsin, darda koymasın” dedi. İçim buruldu. Hürmetimi ifade edip çıktım yola. Eve geldik, az bir zaman geçmişti ki kapı çaldı. Bir ahbap “arkadaş, yakında bir binanın elektrik tesisatı çekiliyor, usta lazım dediler, aklıma sen geldin, eğer müsait isen yarın sabah görüşelim de şu işi bi yapıver, senin işler temiz olur” demez mi. Sevincimi anlatamam. O gelmeden birkaç dakika önce masrafları, bütçemizi düşünüp durmakta, ay sonunu nasıl getireceğiz diye hesap yapmakta idim. Nasıl sevindim bilemezsin. Pazar günü için sözleştik ve tesisatı tamamladım. Hatırı sayılır bir kazancım oldu. Gördün mü ya. Babamın o duası ne çabuk kabul oldu”.
En az onun kadar sevinmiştim bende. Ana-baba hakkının önemi üzerine hoş bir sohbet yaptık. Bizi gören bir arkadaş daha katıldı bu muhabbete ve haftaya başlayışımız böylesi güzel bir atmosferde oldu elhamdulillah. Sebep olanlardan Allah razı olsun.
Onlar yanımdan ayrıldıktan sonra aklıma Mektubat ta okuduğum şu satırlar geldi :
“Dünyada en yüksek hakikat, anne ve babaların evlâtlarına karşı şefkatleridir. Ve en âlî hukuk dahi, onların o şefkatlerine mukabil hürmet haklarıdır. Çünkü onlar, hayatlarını kemâl-i lezzetle evlâtlarının hayatı için feda edip sarf ediyorlar. Öyle ise, vicdanı olan her evlada düşen görev; o muhterem, sâdık fedâkar dostlara hâlisane hürmet ve samimi hizmet, rızalarını kazanmak ve kalplerini hoşnut etmektir.”
Yüce Allah bir bebeği dünyaya gönderildiği vakit rızkını da beraberinde gönderiyor. Yaşlandıkları zaman tıpkı bir çocuk gibi hatta çocuktan daha da fazla merhamete muhtaç olan anne babalarımızın rızklarını da BEREKET olarak veriyor İşte bu gerçeği bilen evlatlar da sürekli ana-baba duası alarak hem dünya hem ahiret saadetlerine muvaffak oluyor.
İnsan neyi isterse istesin (ister dünya saadetini, ister ahiret saadetini), her ikisine ermede saklı olan sır “ana –babaya hürmet ve iyilik” tir.
Allah bizi ana-babaya, evlada, akrabaya, topluma, vatana ve tüm insanlığa iyilik edenlerden eylesin. Hem dünya, hem ahiret saadeti nasip eylesin.
Allah ömür verir de yaşlanırsak eğer, bu güzel Hadis i şeriflerdeki müjdeler ile müjdelenmeyi nasip eylesin Rabbim. (AMİN)
Herhangi bir genç yaşlılığından dolayı bir ihtiyara hürmet ederse, Yüce Allah da yaşlandığında ona hürmet edecek kimseler halk eder. (Tirmizî, “Birr,” 15; Ebu Davud, “Edeb,” 58)
Düşkünleri görüp gözetiniz, zira siz ancak düşkünleriniz sayesinde yardım görür ve rızıklanırsınız. (Tirmizî, “Cihad,” 24; Ebu Davud, “Cihad,” 70)
Ana-babasına iyilik eden evlat, Peygamberlerle beraber Cennete girer. (İ.Rafii)
Ana-babasına iyilik edenin ömrü uzun, rızkı bereketli olur. (İ.Ahmed)
Ana-babanıza ihsan ederseniz, çocuklarınız da size ihsan eder. (Taberani)
Ana-babanın yüzüne merhametle bakana, hac ve umre sevabı yazılır. Ana-babanın yüzüne sevgi ile bakmak ibadettir. (Ebu Nuaym)
-Rana_
“Zaman biriktirir çocuklar” demişti bilgenin biri
“Sonu ne zaman gelecek belli olmayan, bir zaman biriktiriyor çocuklar”.
—
Kuğu gibi bir gelin
Her gelin gibi güzel ve güleç
Etrafında küçük kız çocukları,
İçlerinden bir küçük kız..
Parmağına doladığı kurdeleyi ağzına sokmuş, kurdele sırılsıklam olmuş, ayakları paytak duruyor, üzerinde pembe, üç kat etekli bir elbise, saçları taranıp tokalanmış, omuzları düşük, çorabı bileğinde toplanmış.
Kim bilir hangi hayallerle bakıyor gelin kıza.
Yaklaşıp yanına kulağına fısıldıyorum
“bir gün sende gelin olacaksın, tıpkı bu gelin gibi çok güzel, melek gibi…”.
Bir mahcubiyet ve utanç hali ile başını öne eğiyor, elini ağzından çekiyor, gözlerini yerden alıp gözlerime bakıyor ve gülümsüyor.
Merasim sırasında sık göz göze geliyoruz. Kalabalığın içinde tanımadığı beni arıyor gözleri, yine gülümsüyoruz.
**
Çocukların fotoğraflarını çekiyorum
Şarkı söylerlerken
Dans eder yada düşerlerken….
Akrabalar makinemin önünde poza dururlarken, gözlerim kendince oyunlara dalmış çocuklara dalıyor.
Suni haldeki büyük insan pozlarından çok, tüm doğal halleri ile uçuşan çocukların resimlerini çekmek bana daha doğru geliyor.
Gözlerim , ne olduğunu anlayamayan 10 aylık oğluma takılıyor.
El çırpışlarına gülümsüyorum, babaannesinin kucağında duramayışına,
“Bıraksalar da beni dalsam oynayan çocukların arasına” der gibi haline tebessüm ediyorum. Onu da alıyorum kameramın içine….
Şükrediyorum Rabbime…
Çocukluğumu yeniden çocuğumla yaşama şansını bana tattırdığı için
Kucağıma alıyorum, doluyor kollarını boynuma,…
Kokluyorum….
Doyabilmek ne mümkün….
Rana ÇOLAK
04/temmuz/ 2005
Sabahın erken vakitlerinde okuduğum bir yazıda şöyle diyordu :
“Bir zarfı açmak kadar kalbi titreten ne vardır. Zarf mahremiyettir,mahrem olmasa da satırlar. Bir köşeye çekilinir,yalnız okunur mektuplar (Ali Ural,Posta Kutusundaki Mızıka, s.9).”
Pek çok şeye okunması gereken bir “mektup” olarak bakabiliriz. İşte pürdikkat okunması gereken bir mektup:çocuk!
Çocuk için nasıl kainattaki her şey yeni ise yetişkinler için de çocuk öyledir (Elif KONAR)
Oğlum 9 aylıktı ve toprak kokulu diyarlara gitmiştik. İşte orada,
İlk defa bir kedi yavrusunu kucağına alıp ve sevmişti
İlk defa dut yemişti
İlk defa ağacın dalından sarkan eriği koparmıştı
İlk defa gök gürültüsü ile korkup kollarını boynuma dolamıştı.
Onu izlemek, algıladıklarını anlamaya çalışmak tarifsiz güzel bir duygu idi.
Çocuk, hayata bakışımızı değiştiren, fark etmediklerimizi bize gösteren, unuttuğumuz lezzetleri bize hatırlatan, gülümseten bir aşk..
Evet..
Ana ile evladı arasında (muhakkak baba ile evladı arasında da) olan şey aşkın bir başka boyutu olmalı.
Baktıkça Kudreti sonsuza yakınlaştıran, Kokladıkça Mevla’ya dualanan…
Rabb’e götürmüyorsa bir aşk, aşk değildir
Aşkın lezzetini tadabilmek duası ile…..
-Rana-
Anahtarı “…gelip alacak eşyalarını, sonra ben alırım bana ait olanları, sende kalsın” diyerek bıraktı.
Boşandılar.
…. aldı eşyaların bir kısmını
Ve dün akşam anne-babası geldi, kalan son birkaç şeyi daha götürmeye
Evde ölüm sessizliği…
*******************************************
Ne zaman bitmişti ?
Bitene çare yok muydu ?
Kaç kere sallandı bu evlilik, kaç deprem geçirdi ?
Zayıflayan temelleri onarım göremedi m ?
Kaç kere göz yaşı döküldü bu oda içlerinde?
Bilmiyorum…
Hiç anlatmadı ….
Anlatsa bir şeyler değişebilir miydi ? Onu da bilmiyorum….
*******************************************
Dağılan bir evin enkazı arasında dolaştığınız oldu mu.
Umarım olmamıştır…
*******************************************
Çömeldim öylece olduğum yere.
Yerde bir resim…. Ne güzel de gülmüş…
Ne güzel kadındın sen her halinle.
*******************************************
Bileklerimi kesti acının cam kırıkları.
Kanadım sessizce duvar dibinde
29/mart/2006
Rana Çolak
Küçük bir pencereden bakmayalı ne kadar zaman oldu? Yaşanan bir masalı, bir akışı, bir serüveni izlemeyeli; içimize hayatı doyasıya çekmeyeli ne kadar zaman geçti?
Yoksa, pencerelerimiz ardına düşen, artık bir masalı anlatmayan, bir türküyü terrennüm etmeyen zamanlar hiç geçmedi, hiç değişmedi mi?
Evlerimiz küçücük bir pencereyle açılırdı bir zamanlar dünyaya ve neler neler sığardı o küçücük pencereye. Körebe oynayan çocuklar, mızıkçı çocuklarla yapılan kavgalar, annesinin bütün seslenmelerine rağmen oyunu bir türlü bırakmayan çocuğun umursamaz tavırları… Torununun oyununu seyreden dedelerin artık “bir varmış bir yokmuş” ömrünü bastonuyla sürüklemeleri, baston tak-taklarına karışan ezan sesleri… Anaç tavuğun kesinlikle düşman gibi görünmeyen evin kedisine horozlanmaları…
Ve tüm bunları kaneviçeli, dantelli örtülerin delikleri arasından, sardunyaların ve erik yapraklarının izin verdiği ölçüde izlerdiniz. İşte o aralıklarda dünya kare kare büyür, genişlerdi.
Zehra Korkmaz’ a ait bu sıcacık satırları okuduğumda hayata pencere önünden baktığım zamanlar geldi aklıma
İlk 5 yaşındaki halimi hatırladım.
Pencere önündeyim,
Dışarıda kar kış.
Elimde günlük gazetenin bir eki.
Karikatürler var sayfanın alt köşesinde, cam önünde el işi yapan annemin yanına geliyorum ve okumasını istiyorum .
Annem okuyor, gülüyoruz…
Camdan dışarıyı gösteriyor bana,
Komşumuzun benden büyük kızı ve oğlu okul servis aracına biniyorlar.
“Sen de seneye okula başlayacaksın onlar gibi ve kendin okuyacaksın artık” derken yüzümü avuçları arasına alıp gözlerimin içine sıcacık bakıyor, gülümsüyor.
Cama dayıyorum burnumu, mavi renkli bir arabaya biniyorlar.
Nefesim buğuluyor camı.
Siliyorum …
Camda avuç izlerim…
Araba hareket ediyor ağır ağır, köşeyi dönüp gidiyorlar.
Ben, okula gittiğimi ve okumaya başladığımı hayal ediyorum cam önünde,
mutlu oluyorum.
Bir sağ bacağımda bir sol bacağımda seke seke evin içinde koşturuyorum.
Çocukluğumun Ramazan günleri geliyor aklıma,
İftar saatlerinde cam önünde ezan sesini beklediğim heyecanlı anları….
Gözlerim minarenin şerefesinde, dilimde dua “allahümme inneke afifun kerimun tuubbun affe fafu anni”.
Ve ALLAHUEKBER sesi ile yemek odasına çığlık çığlığa koşturuşum…
Sahur vakitlerinde sokağımızdan geçecek olan davulcuyu bekleyişim
Gördüğümde sevinişim
Halamın penceresindeki kuşlar.
Sürü sürü….
Kulaklarımda kanat sesleri…..
Cam önünde , minik avuçlarıma koyduğum yemleri gelip yesinler diye saatlerce bekleyişim
Gelmeyişleri
Beklemekten sıkılışım
Pencere pervazına bırakıp odaya dönüşüm,
Yeşil kanepeye oturduğum anda kuşların yeniden cama gelişleri
Bu gel git lerle oyalanışım
Mesaisi uzun sürdüğü saatlerde
Cam önünde babamı bekleyişimiz…..
Sırtımızdaki hırkaları, annemizin sıcacık kolları sarmış.
Bekliyoruz babacığımı getirecek araba köşeden görünsün diye.
Araba geliyor,
Babam iniyor ,
Gözümüzden akan uykular birden siliniyor
Koşa koşa kapıyı açıyoruz
Babacığım daha ayakkabılarını bile çıkaramadan
Heyecan içinde , o gün ne oldu ne bittiyse ,
Kardeşimle “önce ben anlatıcam” diye yarışıyoruz.
Bacaklarına sarılıyoruz
Kardeşim hemen omuzlarına çıkıyor
Ben kucağındaki yerimi almışım
Babam fabrika kokuyor
Babam yorgun
Ama bizi dinliyor
Babaannemin penceresi önünde saksılar
Bahçesindeki güller, ortancalar, fesleğenler
Minik çakıl taşları…
Ya sizin cam önleriniz?
O pencereden hayata bakarken gördükleriniz?
Kim bilir neler, neler…
28/01/2005 Rana
Başımı omzuna yada dizlerine koyup
Akşamın en güzel saatlerine girerken
Mır mır konuşmayı özledim…
Bir kahve sonrasında veya çayında
Oturma odamızda…..
Kedi gibi severdin beni
Hatta bu kedi hallerimi işaret edercesine
Gıdımı gıdıklar
Benim gülüşlerime
Sende gülerdin.
Güzel gülerdin…
Avuçları büyük ve kare
Parmakları kalın ama muntazam
“baba” kokan ellerini seviyorum
Onları özlüyorum
Sırtımı sıvazlamanı
Saçlarımı okşamanı
Leyla bir özge candır şarkısını söylerken sesinin aldığı rengi
Seni dinlemeyi
Anlatmanı
Sabah ezanı vaktinde odama usulca girip
Her gün aynı kıvamda , ısıda ve tatta hazırladığın
Sütümü elinden içmeyi özlüyorum
Şimdilerde oğluma baktıkça
Onda seni görüyorum
Senin tavrını
Bakışını
Avuç içlerinde seninkilere benzer çizgileri…
Ve o elleri her gün öpüyorum
Derlermiş ki, her gün elleri öpülen bebeklerin
Ömürleri uzarmış
Dualarla öpüyorum
Uzun ömürlü , mutlu sağlıklı olsun, hayırlı olsun diye
Sonra
Sonra diyorum ki içimden
İnşallah babamın ellerini de öpen çok olmuştur bebekliğinde…
Kızın Rana
Ömrümüzün muhakkak ki bir döneminde fizik bedenimizin acılarını yaşamışızdır. Hastalıklar kimi zaman birkaç gün, bazen de aylarca, yıllarca sürmüştür.
Bizler alışkanlıklarımız arasında kalmış olan sıhhatimizin hep devam edeceğini sanırız. Çoğu zaman farkında değilizdir bir kase çorbayı keyifle kaşıklamanın ne demek olduğunu. Sabahları gülümseyerek uyanmanın ne büyük nimet olduğunu
Sanırız ki garantidir sağlığımız.
Sanırız ki her şey güzellik içinde devam edecek
Şu sıhhatli bedenimiz, malımız mülkümüz, huzurumuz…
Hep genç kalacağımızı sandığımız gibi…..
Oysa ne büyük yanılgıdır.
Hayat bu….
Nelere gebedir bilinmez….
“hastalık da sağlık da bizim içindir” diyorsak da sürekli kendimize uzak görürüz acıları.
Geçtiğimiz günlerde Tıp fakültesi son sınıfta okuyan bir kardeşimle görüşüyordum.
Birkaç gündür süren rahatsızlığı vardı. Bana halini anlatırken “Bu günlerin kıymetini biliyor, vakit veremediğim kitap okumalarımı arttırmaya çalışıyorum. En önemlisi de sık sık tefekkür ediyor, hastalarımın nasıl bir hal içerisinde olduğunu anlamaya çalışıyorum ablacım” demişti.
Ne güzel bir bakış öyle değil mi. Hastalığı ile dertlenip şikayet etmiyor, bunu nimet yanını görebiliyordu. Ve ilave etti “inşallah günahlarımın kefaretidir”.
Evet…
Hastalık anında şikayet etmeyip, sabredenlere müjde vermiştir sevgili peygamberimiz (SAV):
“Allah yolundaki mümine isabet eden her yorgunluk, hastalık, sıkıntı, üzüntü,
keder, Hatta ayağına batan diken, günahlarına kefaret olur” demiştir güzeller güzeli.
Hep derim “inanan insan güçlüdür”
Hastalık hususunda da bu böyledir.
İnanan insan bilir ki hastalıklar, musibetler gelip geçici, sonu hayırla bitecek imtihanlardır.
Hastalık bir mümin için pek çok nimeti barındırır.
İnsan hastalığı zamanında aczini daha bir idrak eder.
Küçücük, gözle görünemez bir mikrop karşısında düştüğü çaresizliği fark eder , büyüklüğe kapılmaz.
Rabbinin kudretini daha iyi görür.
Tövbe eder, sabreder , ölümü hatırlar, Allah ı daha çok düşünür, sağlıklıyken ki nimetlerini anlar
Sıkıntıların verilmesinin bir diğer sebebi de , ilahi nimetlerin ne kadar mükemmel bir sistem içerisinde meydana geldiğini bizlere tanıtmaktır. Tıpkı soğuk gördükten sonra sıcağın kıymetini bilmesi gibi.
İşte sıhhatsizlik de , sıhhatin ne büyük nimet olduğunu işaret ediyor bizlere.
Hastalığa sabır lazım….
Mevlana Hazretlerinin sabır ile ilgili fevkalade sözlerinden birkaçını aktarmak isterim::
“Tespihlerinin ruhu sabırdır. Sabır, başlı başına bir tespihtir. O derecede hiçbir tespih yoktur. Sabırlı ol. Sabır, kurtuluşun anahtarıdır Sabır, sırat gibi insanı cennete ulaştırır.” (Mesnevî, II/3175-3177)
“Sabır iman yüzünden baş tacı olur. Sabrı olmayanın imanı da yoktur. Peygamber “Sabrı olmayanın imanı tamam değildir” demiştir.” (Mesnevî, II: 606-607)
“Acelecilik, çabukluk şeytanın hilesindendir. Sabır ve hesaplı olmaksa Cenab-ı Hakk ın lutfudur.” (Mesnevî, V/2579)
Hastalıklardaki bir diğer nimet de, daha büyük rahatsızlıkların önlenmesine mani teşkil etmesidir. Yine Mevlana Hazretlerinin Mesnevisinde bu konu çok güzel bir şekilde ifade edilmiştir. Der ki Hz Mevlana :
“Sen burnunu kanatmak istemezsin ama burnun kanar. Bu kanayış sana sağlık verir.”
Ufak tefek sıkıntıların daha büyük dertlere mani olduğunu yaşarken göremeyiz. Okuruz gazetelerde:
“Kaçırdığı otobüs kaza yaptı, hayatta kaldı”.
İşte…
Her olayda bir hayır gizlidir.
Mühim olan tevekkül edip rıza göstermektir yaşananlara.
Yüce kitabımızda sabredenlere müjdeler verilmiştir:
“İyilik, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, Kitaba ve peygamberlere iman eden; mala olan sevgisine rağmen onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip- dilenene ve kölelere veren; namazı dosdoğru kılan, zekatı veren ve ahidleştiklerinde ahidlerine vefa gösterenler ile zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenler(in tutum ve davranışlarıdır). İşte bunlar, doğru olanlardır ve muttaki olanlar da bunlardır.” (Bakara Suresi, 177)
“Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle beraberdir.” (Enfal Suresi, 46)
Kuran-ı Kerimde Hz. Eyüp (as) ı hastalığı karşısında sabrı ve şeytanın verdiği vesveselere karşı direnci sebebi ile övülmüştür.
“Kulumuz Eyyub’u da hatırla. Hani o: “Herhalde şeytan, bana kahredici bir acı ve azab dokundurdu” diye Rabbine seslenmişti. “Ayağını depret. İşte yıkanacak ve içecek soğuk (su, diye vahyettik). Katımız’dan ona bir rahmet ve temiz akıl sahiplerine bir öğüt olmak üzere ailesini ve onlarla birlikte bir benzerini de bağışladık. “Ve eline bir deste (sap) al, böylece onunla vur ve andını bozma.” Gerçekten, Biz onu sabredici bulduk. O, ne güzel kuldu. Çünkü o, (daima Allah’a) yönelip-dönen biriydi.” (Sad Suresi, 41-44)
“Eyyub’u da (an). Hani Rabbine: “Başıma bu dert geldi. Sen, merhametlilerin en merhametlisisin” diye niyaz etmişti. Bunun üzerine biz, tarafımızdan bir rahmet ve kulluk edenler için bir hatıra olmak üzere onun duasını kabul ettik; kendisinde dert ve sıkıntı olarak ne varsa giderdik ve ona aile efradını, ayrıca bunlarla birlikte bir mislini daha verdik. İsmail’i, İdris’i ve Zülkifi de (yâdet). Hepsi de sabreden kimselerdendi. Onları rahmetimize kabul ettik. Onlar hakikaten iyi kimselerdendi. Zünnûn’u da (Yunus’u da zikret). O öfkeli bir halde geçip gitmişti; bizim kendisini asla sıkıştırmayacağımızı zannetmişti. Nihayet karanlıklar içinde: “Senden başka hiçbir tanrı yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zalimlerden oldum!” diye niyaz etti. Bunun üzerine onun duasını kabul ettik ve onu kederden kurtardık. İşte biz müminleri böyle kurtarırız.” (Enbiya 83-88 )
Ve Lem alar dan bir bölüm :
“İbadet iki kısımdır: Bir kısmı müsbet, diğeri menfî. Müsbet kısmı malûmdur. Menfî kısmı ise, hastalıklar ve musibetlerle musibetzede za fını ve aczini hissedip Rabb-ı Rahîmine ilticakârane teveccüh edip, onu düşünüp, ona yalvarıp hâlis bir ubudiyet yapar. Bu ubudiyete riya giremez, hâlistir. Eğer sabretse, musibetin mükâfatını düşünse, şükretse, o vakit herbir saati bir gün ibadet hükmüne geçer. Kısacık ömrü uzun bir ömür olur.”
Yüce Allah hepimize maddi-manevi sıhhat nimetini ihsan buyursun.
Özellikle imani hastalıklarımıza şifa versin.
AMİN
Unutmayalım ki, Allah her şeyin gerçek sahibidir ve onlarda istediği gibi tasarruf eder.
Ama şu kesin olarak bilinmedir ki, O neylerse güzel eyler.
Rana Çolak