Yağmur yağıyor. Kadınlar işe gidiyor. Rızık peşinde koşanlar ile Rezzak peşinde koşan kadınlardan bir çorba sunuyor şehir. Ana yemeğe, ana konuya, ana maddeye geçmek için önce çalışan kadınları tüketmek, sindirmek, harcamak ya da kusmak gerekiyor. Peki dindar kadın çalışınca neden daha çok eleştirilir? Ve dindar kadın neden çalışmak zorunda kalır?
Kendisine talip olan dindar erkeğin istediği şekle girmek için.
“çalışmak istiyorsa çalışsın ama işten geldiğimde soframı önümde isterim”, “çocuk da yapsın kariyerde, mantı da sıksın kemerleri de”, “şiş de yanmasın kebap da”
Bu kadar kolaydır. Kadın daima kontrol altında, müdahale edilebilen, hızlı ve pratik, hizmeti sınırsız, duyguları kısıtlı bir varlık olmalıdır. Cebinizden çıkarıp masanın üzerine koyu verdiğiniz telefonunuz gibi… Hem çok yakın hem çok uzak. Hem gözünüz rahat olmalı hem gönlünüz. Maddi açıdan da manevi açıdan da tatmin eden ve manipülasyona açık olan bir konumda olmalı. Evi de evin ekonomisini de çekip çevirmeli. Her istenildiği zaman hazır ve tetikte olmalı… Böyle düşünmeye başlayan erkeklerin ben “hiç”leştiğini düşünürüm daima. Hayatın her ayrıntısını kadın şekillendirip, tüm faktörleri kadın belirlerse ve mükemmeliyete kadın daha çok yaklaşırsa o evde erkek, mükemmelliğin ortasında sırıtan kirli bir çoraba dönüşüyor demektir. Oysa evlilik teknik ve artistik açıdan karınıza tam puan vereceğiniz bir spor dalı değildir. Bu yüzden tahakküm eden dindar erkeğin bu düşüncesi kadar; bu şekle girmeyi kabul eden kadının düşüncesi de sakattır. Eşini sadece yazar kasa olarak gören erkekler olduğu sürece o kadim koruma içgüdüsünü kaybeden hanımlar da daima olacaktır. Merhametin olmadığı evlilikler böylece bir kalıp bir boru bir duvar olarak var olmaya devam edecektir.
Evde oturmak sözünden hizmetçi olmak sonucunu çıkardığı için.
“çalışmasın, dışarıya çıkmasın, evde otursun, bana yemek yapsın”
Evde nereye otursun istersiniz peki? Koltuğa? Mutfak sandalyesine? Eşiğe? İsterseniz tek ayak üzerinde beklesin sizi. Hatta hem tek ayak üzerinde beklesin hem de bir eliyle çorba karıştırıp diğeri ile saçını tarasın. “ kadınlar evlerinde otursunlar” kalıbını “evlerinde robot gibi çalışsınlar” diye algılayan dindar erkeklerin yarı Tanrı pozlarına yattığını düşünüyorum. Oysa kadının dinimizde çocuğunu emzirme zorunluluğu bile yok. Modern hayatın bir yağmur gibi yağan zehirli okları kadını evde de işyerinde de okulda da bulabiliyor, kalbimize her daim isabet edebiliyor. Tıpkı erkeklere isabet ettiği gibi… Burada birbirimizin tanrısı olmak yerine aynı tanrıya kul olmaya çalışmak tek çözümdür. Her koşul ve şart altında insan nefsinin isteklerini bilir ve günaha giden yolları tıkarsa çarpık sonuçları çözümlemek zorunda kalmaz. Evden çıkmayan bir kadının cep telefonu ile eşini aldatmasını da iş hayatı boyunca çevresindeki insanlara örnek bir hayat sergileyen kadının kazandığını da aynı terazide tartmak zorunda kalmayız o zaman. Her vakıa özeldir, her kadının duruşu kendine özgüdür… Bu yüzden dindar erkeğin çalışmayan hanım isterken aslında evine bir hizmetçi istemesi kadar evinin hanımı olmak yerine hizmetçisi olmayı kabul eden kadının düşüncesi de sakattır. Oysa kadın ve erkeğin doğasında var olan şey, arz talep meselesi değil adayıştır. Sevginin tavan yaptığı yuvalarda hanım; erkek istediği için değil kendini adadığı için saçındaki tokadan kalbindeki atar damara kadar neyi varsa erkeğin avuçlarına bırakır. Bu yüzden rabbimiz sükûn bulunacak eşler diye bahseder onlardan. Birbirlerine hükmeden, birbirlerinin fıtri alanlarına tecavüz eden eşler olarak değil.
Ekonomik özgürlük ile EGOnomik özgürlüğü karıştırdığı için
“hayat şartları zor, istekler çok”
Bir lokma ve bir hırka sözü -bizim isteğimiz dışında olsa da- fantastik hale geldi. Bu zaman diliminde dünyaya gelmeyi biz seçmedik. Tüm oluşumlar yaratıcımızın takdiri. Ama bunu bahane olarak ortaya atmak sorumluklarımızı azaltmaz maalesef. Her şeyin “anında” yaşandığı şu zaman dilimi, tetris oyunun son bölümü gibi… Gökten sağanak halinde şekiller yağıyor ve biz evirip çevirip o şekillerle gedikleri tıkamak zorunda kalıyoruz. Böylece Ekonomik açıdan özgür olduğunu sanan kadın aslında modern zamanın gönderdiği şekilleri dini hayatına uygulamaya çalışan bir robot haline dönüşebiliyor. İhtiyacı olmadığı halde ve Allah rızasını kazanmak gibi ulvi bir amacı, Halka hizmetin hakka hizmet olduğu gibi bir düşüncesi olmadığı halde sırf kariyer, ego ve lüks yaşantı için çalışıyorsa dindarlığı da aile hayatı da zedeleniyor ve etrafındakileri zedeliyor demektir. Ve kendisini mutlu etmeyeceğini bile bile hak iddia ettiği her yerde bulundukça bu zedelenme devam edecektir. Bu noktada Tarkovski’nin şu sözleri ne kadar manidar: “Bunlar hakkında konuşuyor olmamız bir şeylerin yolunda gitmediğini gösteriyor. Sorun doğal bir şey olmalı. Fakat kazanılmış ya da kazanılacak kadın hakları, kadınların kendi kendilerini onaylamalarını sağlamayacak. Tam tersine, bundan sonra aşağılanmayı hissedecek. ‘Neden’ diye soracak kendine, ‘erkekten çok farklı bir insan olarak, bir erkeğin hayatını yaşıyorum?’ Bu sorunlar maneviyattan yoksun oluşumuzun işaretleri.”
Toplum dini vecibelerini yerine getirmediği için
Özellikle dindar erkeklerin tutumunu niye İslam değil de modern koşullar belirliyor anlamak mümkün değil. Başörtülü kızlar bir olumsuzluk eki gibi takılıyor her kelimeye. Her kelime olumsuz cümleler doğuruyor bu yüzden. Efendim okumasınlar, okurlarsa da çalışmasınlar, çalışırlarsa da evi ihmal etmesinler, çocukları boş bırakmasınlar, gerekirse evlenmesinler, avukat olsunlar ama mesleği bıraksınlar, öğrenci olsunlar ama öğretmen olmasınlar… -Diğer yandan rektörlerin de başörtülü kızlar hakkında aynı şeyleri söylemesi ilginçtir-
Oysa neden bir meslek edinir bir insan. Neden rabbimiz bazılarımıza diğerlerinde olmayan yetenekler ile donatmıştır. Her insanın mahir olduğu işler vardır. Bu doğrultu da kadının da erkek gibi kendini keşfetmesinde, yeteneklerini geliştirmesinde, çok zeki ise zekasını kullanmasında ne gibi bir sakınca olabilir. Ev ya da iş diye sosyal hayatı ikiye bölen insanlar dindar da olsalar bir üçüncü şık sunmadıkları için yavan kalıyorlar.Diğer yandan ihtiyacı olan kadının avuç açmasının sebebi yine Müslümanlar değil mi. Eğer ki dinimiz de dul kadının ve yetimin hakkı mevzusu sosyal hayata Müslümanlar tarafından işlenseydi bu gün aman dul kalırsa ortada kalır diye anneler kızlarının okumasını hayat-memat meselesi yapmazdı. Diğer yandan ‘hastaya maddi manevi yardım’ hakkı ile yerine getirilseydi, eşi hastalanan kadın çalışmak zorundayım diye çabaya düşmezdi. Eğer ki erkekler eşlerini bir başkası ile aldatıp ikinci kadın statüsünü olağan göstermeseydi bu gün her ihtimale karşı mesleğim elimde olsun diye okuyan kızlar olmazdı. Peki, erkekler bir gün hak vaki olur da ölürsem eşim ne yapar çocuklarıma kim bakar diye düşünüp eşine bir meslek edindirme çabasına düşüyor mu bundan da pek emin değilim
İşte dindar kadın en çok da bu ihtimal yüzünden okumak ve iş hayatında olmak istiyor. Toplumdan umudunu kestiği için, modern erkekten umudunu kestiği için, figüran rolune düşmemek için. Dul kaldığında sobasız bir evde çocukları ile gelecek bir tas çorbayı beklememek için. Son anda bir umudum olsun, açık bir kapım olsun diye bir meslek ediniyor kadın. Yıllarca okuyup alabildiğimiz üniversite diplomasını kanepelerin altında, gar dolaplarının üstünde işte bu yüzden saklıyoruz. Bu kadar basit.
Sonuç.
Şimdi bu yazıdan sonra adım feministe, lakabım artiste çıkacak ama olsun! Ben kariyer peşinde olan egosunu büyüten ve Allah rızasını arka plana atan kadınları savunmuyorum. Ben evde duran akşama kadar televizyon izleyip çocuklarına beş dakika ayırmayı çok gören kadınlara bir hak kazandırmak amacıyla da bunları yazmıyorum. Ben elbette kadının zayıf, iş hayatının yükünün ağır olduğunu da biliyorum. Üzerinde “görülmüştür” damgası bulunan her kadının tesettür ve ahlak açısından durmadan kendini yenilemesinin, dışarıda bulunduğu sürece o ağır zırhı taşımasının; ne denli zor olduğunu da biliyorum. Çoğu kez kadının sömürüldüğünü ve nesne haline getirildiğini de maalesef biliyorum.
Ama filleri* eğitmeye çalışan Hintlilerin hiç mi suçu yoktur. Hintliler önce fili üzeri yapraklarla örtülü bir çukura düşürürler. Sonra gece gündüz demeden filin uyumasına fırsat vermeden orasına burasına bıçak sokup küçük yaralar açarlar. Kükreyip tepinen filin yaralarına ve gözlerine tuz basıp file sahibinin kim olduğunu öğretmeye çalışırlar. Yedi gün sonra yabani ve özgür filden geriye bir şey kalmaz. Fil artık itaat eder ve sahibini tanır. Bunun gibi Dindar hanımların kabiliyetlerine, fikirlerine, hislerine, güven duygularına durmadan tuz basan erkeklerin, toplumun, dekanların, ailelerin hiç mi suçu yoktur peki. Kendisini başörtülü hanımların sahibi olarak gören ve onları kendisine itaate zorlayan eşlerin hiç mi suçu yoktur. Emanet olarak verilen varlığa sahiplik iddiası taşıyan dindar beylerin? Ve filleri evi yıkmaya zorlayan Ebrehelerin(sistemlerin) hiç mi suçu yoktur?
İşte tam da bu noktada gökten iki elma bir ayva düşüyor…
Birisi “kabeyi yık” diyen Ebrehe’ye değil “kabeyi yıkma” diyen Allah’a itaat eden fil kadınların başına. Ki onlar Çalışıyorsa evi bozmamak için, okuyorsa evi bozmamak adına, ev hanımıysa evi cennet bahçesine çevirmek tasasıyla didinip dururlar. Ve diğeri de evin geçimi konusunda endişeye düşmeyip, “o evini korur” diyerek evi sahibi olan Allah’a emanet eden Abdulmuttaliblerin başına. İşte ancak o zaman modern hayat denilen Ebrehe yenik ekin yaprağına dönüşür ve dünya denilen masal mutlu sonla biter…
Not: peki ya gökten düşen ayvaya ne oldu, o kimin başına düştü diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Efendim gökten düşen ayva da benim başıma düşüyor. Bu yazıyı yazıp kadim polemiğe bir tas su daha taşıdığım için, adım feministe çıkacağı için, kadınların çalışamaya hakkı vardır ama ihtiyacı yoktur/olmamalıdır demeye çalıştığım için, her iki tarafa da mail olmadığım için…
(Sibel Eraslan)
Şehir: Ben yitirilmiş masumiyete ağlıyor ve ülkem adına şehit olmuş evladımın yasını tutuyordum. Bir zeval vaktiydi. İyi bir kalbe güzellikler yazılırken başladı her şey. Yer sarsılıyordu. Saydım, yirmi dört saniye…
Ruhumuzdaki o en çıplak yere dokunan an ötesi bir an gibiydi. Bir uğultudur kapladı damarlarımı ve kulaklardan zihinlere uzanarak savruldu çığlıklar. Uzak yakına geldi, yakınlıklar kaçtı avuçlardan…
Kasaba: Kurulmaya başladığımdan itibaren bu anı beklemeye de başladığımı bilmiyordum. Her çoğalan birbirinden, her eksiliş birden oluverirmiş meğer. An’ın farkına vardım. Bir çeşmenin lülesinden suyu ve bir annenin memesinden sütü kopartıveren o anın. An, pamuk ipliğini koparmaya başlamıştı. Sonsuz bir susuzlukla atıldım canları zapt etmeye. Lakin heyhaaa!… Yalnızca bir toz bulutunun yükseldiğini gördü gözler… Yalnızca yirmi dört kısacık an geçmişti… Her biri göz yumup açınca süren…
Panik: Gün bu gündür… Savulun ey insanlar!.. Dalga dalga isyan, yığın yığın ölüm adına savulun!.. Her caddeye, her sokağa, her eve varasıya kadar savulun. Her kalbe girmeli, her zihni istila etmeliyim. Yalnızca yirmi dört saniyem var… Dehşetin ne olduğunu anlayın diye şimdi her aklı baştan almalıyım. Koşarken, çırpınırken, çığlık çığlığa ve hıçkıra hıçkıra… Savulun insanlar; gün bu gündür.
Bina: Hep bu andan korktum. Üstelik er veya geç bu anın geleceğini biliyordum. Daha temelim atıldığında başladı bu korkum. Eksik yapıldım çünkü, kıskanç yapıldım. Elbette sorumluluk alacak, can taşıyacaktım, canlar taşıyacaktım. Kaç yıl geçti, dayandım, özveriyle dayandım… Bana emanet canlara ziyan erişmesin istiyordum. Tam yirmi dört yıl geçti de, şu yirmi dört saniye geçmek bilmedi. Ey bana aşina canlar; bilin ki beni ne 7.2’lik sarsıntı, ne temelimin ihaneti, ne ustanın eksik harcı yıktı; hayır beni sizi kaybetmek yıktı. Şimdi siz öldünüz diye ben ölüyorum…
Ana: Yavrummm!.. Bana yavrumu bulun!… Şimdicik odada oynuyordu. Odayı bulun bana. Kapının zili çalmıştı, arkadaşı gelecekti, ona bakmak için ayrılmıştım yanından, kapıyı bulun bana!.. Ablası!.. Ablası okuldan dönecekti. Ablasını bulun… Babası son kez evden çıkarken bana emanet etmişti onları… Mayınlara dikkat et, demiştim, mayınlara basma sakın, akşama eve tek parça olarak dön. Sonra bana kanlı üniforması ile şehitlik künyesini getirmişlerdi. Bana künyeyi bulun!.. Bana…
Öğrenci: Katman katman beton yığınlarının arasında arkadaşım Osman kaldı. Aynı odada gurbetlik kaderimizi paylaşıyorduk. Okulumuzu bitirecek meslek sahibi olacaktık. Annesi babası onu aramaya geldiklerinde yüzlerine nasıl bakacak, ne diyeceğim şimdi!.. Onu enkazın altından çıkarmalıyım, beton kütleleri almalıyım üzerinden… Ah be Osman, ah be kirvem, keşke ölen ben olsaydım da sen kalsaydın be!..
Osman: Allah’ım!.. Gücümü ve aklımı koruyayım Allah’ım. Bacağıma saplanan şu demirden kurtulmalıyım. Ama nasıl olacak, kıpırdayamıyorum ki? Şu göğsüme dayanan şey bir kiriş olmalı!.. Bacağımı hareket ettirmesem iyi olacak galiba. Eğer elime bulaşan ıslaklık kendi kanım ise bunu durdurmalıyım. Azıcık ışık olsaydı?!. Tekrar bağırsam acaba? Gitgide gücüm de tükeniyor. Heeey!.. Burdayııım!.. Kimse yok muuu?!.. La ilahe illallaaaah!..
Çığlık: Orda kimse var mı?!.. Aşağıda kimse var mı? Kimse varsa ses versin!.. Hişttt!.. Susun, dinleyin!.. – Tak… tak… tak… Burda bir canlı vaaar!.. Ses aha şurdan geliyor!.. Çabuk olun!..
Muhabir: Evet, değerli izleyiciler!.. Gördüğünüz gibi gece olmasına rağmen arama kurtarma çalışmaları son hızla devam ediyor. Türkiye’nin her yerinden yardım için gelen ekipler ve yardım malzemesi gönderen yurttaşlarımız var. Son açıklamalara göre 264 can kaybı, binin üzerinde yaralı. Halen göçük altında üç yüzden fazla insan olduğu tahmin ediliyor. Allah herkesin yardımcısı olsun! Şimdi yanımızda bir depremzede var, mikrofonu ona uzatıyoruz. Evet hanımefendi, neler diyeceksiniz? Ama siz titriyorsunuz, üşüdünüz mü? Ama siz ağlıyorsunuz!..
Gözyaşı: Uçuruma düşerken neler hissedeceğimi merak ederdim hep; yanaklardan süzülerek inmek yerine gözden çıkıp doğrucu toprağa karışmanın nasıl olacağını merak ederdim. Aynalarda kendi boşluğumu görmek isterdim. Hep yürekten kopup geldiğimi düşünür ve bir gün ciğerden çıkıp gelme ihtimalimi düşünürdüm. Bana bugün gözyaşı demeyin; bende benden içeri bir ben var artık… Bu gece benim kendimi tanıdığım, gerçeğimle yüzleştiğim gece çünkü. Bugün hamurum kandır benim…
Gece: Gelinler kadar hüzünlü, umutlar gibi tedirgin, zulüm misali katıksız… Sokakla tüten bir alevin ucunda ah edip duruyorum. Küller ve toprak. Bütün yıkımlar benim bağrımda. Konuşmayı yeniden öğrenmem gerekiyor, sesleri ve harfleri kaybettim. Bu acıyı içime bırakanlar bende sır olarak kalacak. Dünya yeniden kurulduğunda, şehir eskisi gibi olduğunda ben o sırları hâlâ saklıyor olacağım.
Mahkûm: Bir gün şu duvarlar yarılsa da sevdiklerimi bir kez olsun görsem diye her gece dua ederdim. Sonunda duvar yarıldı, lakin sevdiklerimi görmek beni sevindirmedi. Hangi baba, annelerinin naşı başında ağlayan üç çocuğun üstüne uğramak ister? Şimdi hapishaneye geri dönmeli ve bir gün üç yavruma hem anne, hem baba olmak üzere duvarların yerinde durmasına yakarmalıyım.
Yürek: Her şeyin bir ve tek olduğunu hissediyorum. Kötülükten şefkat ve merhameti, çirkinden iyilik ve güzelliği, yıkıntılardan insanı çıkaran sevdanın mekânıyım diye… Masumiyete vurgun lekesiz sevdalar adına sizi yanıma çağırıyorum. Harabelerde, karanlıklarda çarpan yüreklere dokunmak için…
İskender Pala
PKK’nın sonu gelmeyen saldırılarından birine daha gözümüzü açtık Çarşamba sabahı. Eskiler Allah bu acıyı unutturmasın diye dua ederdi. Lakin otuz yıldır; BİZ, her acıyı unutmaya hüküm giymiş vaziyetteyiz.
PKK ile mücadele konusunda “yetersizliğimizin” sebebini konuşalım.
Otuz yıldır atılan manşetlere, her eylemden sonra ekranı dolduran “uzman” görüşlerine bakalım.
Yazının devamı için:
http://www.yenisafak.com.tr/Yazarlar/?t=21.10.2011&y=FatmaKBarbarosoglu
İncir Çekirdeği zengin içerikli sohbetleriyle, edebiyatın satır aralarında bir gezintiye çıkarıyor.
Bir İncir Çekirdeği’nde, bildiğiniz ama daha da bilmek istediğiniz hayret dolu zenginliklerinizi keşfedebilirsiniz. Divan şiirini sevdiren adam Prof. Dr. İskender Pala ve Şair – Yazar Hilmi Yavuz ve Yazar Cezmi Ersöz edebiyattan hayata doğru insan merkezli her tür konuyu ele alacaklar.
İncir Çekirdeği her Salı farklı konularla edebiyatın derin hazinesine yolculuğa çıkarıyor.
Bu gizemli hazine, İncir Çekirdeği her Salı saat 20.45’te 24 ekranında .
Sevgili dostum Tuba’yı can-ı gönülden kutluyorum.
Seni hep başarılı görelim Tuba cım 🙂
Sonbahar:
Her şeyin sonrası… Korkularımızı sarmaşık gibi saran umut.
Caminin avlusunda öğle namazını beklemek için toplaşan ihtiyarların sayısında bir artış var yine. Kırk yıldır aynı ağacın altından dünyayı seyreden biri olarak, evet, avluda bekleyen ihtiyarları daha çok görmeye başlarım sonbaharda. Belki bana öyle geliyordur. Onları ancak sonbaharda görmeye başlıyorumdur.
Bir hafiflik gelir bana, onlara bakarken. Teselli olurum. Henüz bilmediğim bir teslimiyet içinde olduklarını görürüm sonbaharı seyreden bu ihtiyarların. Ağaçların yere doğru sarkan dalları gibi, onlar da toprağı beklemektedirler.
Dünyadan gitmenin bir veda değil, bir kavuşma olduğunu sezerim.
http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1185251&title=yeni-baharlarin-tohumu
…………………
Leyla İpekçi’nin kaleminden güzel bir sonbahar yazısı.
[youtube=http://www.youtube.com/watch?v=9madOq0aNI0]
“Ömür Dediğin” adlı program çoğu yarım asrı geçmiş hayatların yaşamlarını konu ediniyor…
Geçip giden yıllardan arta kalan hüzünlerini, mutluluklarını bu programda yeniden dillendiren konuklar bizleri de bu zaman yolculuğuna davet ediyor. Hep birlikte çıktığımız bu yolculuklarda zaman zaman ağlayıp zaman zaman gülüyoruz. O yorgun yüzler yıllarca koparıp attıkları binlerce takvim yapraklarını yeniden ellerine alıyor ve bu defa kendi tarihlerini yazıyorlar arka yüzlerine…Sararmış yapraklar yeniden canlanıyor. Öyle ki kağıt kokusu geliyor burnumuza… O gözlerden akan yaşlar mürekkep oluyor… Diller kalem…Ve durmadan yazıyorlar…
Kimi zaman sahnelerde delicesine alkışlanan bir sanatçı oluyoruz, kimi zamansa kendini toprağa adamış bir çiftçi…
Şakaklarıma kar mı yağdı ne var?
Benim mi Allah’ım bu çizgili yüz?
Ya gözler altındaki mor halkalar?
Neden böyle düşman görünürsünüz,
Yıllar yılı dost bildiğim aynalar?
Cahit Sıtkı Tarancı
….geçmiş zamanlardan bir ilkyazda çocukluğum çıktı karşıma. Bir Ramazan bayramıydı. Mahallenin çocuklarıyla birlikte bayram şekeri toplamıştık. Eyüp Sultan Hazretlerinin türbesinin önündeki bahçede oturmuş, topladığımız şekerleri ve lokumları yiyorduk. Bir ara çocuklardan biri mavi kafesli bir mezarın üzerindeki gülü koparmaya çalışıyor fakat yetişemiyordu. Bütün çocuklar denedi olmadı. O sırada pamuk şekerci geçince çocuklar koşarak onun yanına gittiler. Ben kafama koymuştum, o gülü mutlaka alacaktım. Lakin kaç kere denediysem muvaffak olamadım. Ellerimi yüzüme koymuş müteessir bir şekilde düşünürken bir ses duydum.
– O gülü çok mu sevdin?
Ürpererek dönüp baktım. Mezarların arasında oturmuş derviş kılıklı biri vardı. Ben o kadar dolmuştum ki bir kelime daha konuşsa kendimi koyuverecektim. Derviş gülümseyerek.
– Mezardan gül koparmak güzel bir davranış değil. Üstelik o, bir aşığın gülü, dedi.
Ben şaşırmış bir vaziyette ona bakıyordum. O ise konuşmasına devam ediyordu:
– Evet, aşığın gülü. Unutma ki âşıkların kabrinde gül biter. O gülü çalmak yerine isteseydin sana verirdi.
Ben hâlâ şaşkınlıkla bir mezara, bir güle, bir de adama bakıyordum. Derviş elini başıma koyarak:
– Hadi, ne duruyorsun istesene… dedi.
Ben de:
– Ey âşık gülünü bana verir misin? diye seslendim. O anda mezardan çıkan bir el, o çiçeği kopararak bana uzattı. Çiçeği elime aldığımda bir de ne göreyim? Çiçek lacivert bir renge dönüşmüştü. Ben de elimdeki güle bakarak dervişe sormuştum.
– Bu gül neden lacivert? Ben kırmızısını isterim.
Şöyle cevap vermişti:
– Bak yavrum, o gül ancak lafza-i Celâl, yani Allah (c.c.) ism-i Celîli okunursa kırmızıya döner. Yani sen ne kadar çok aşk narına yanarsan o da o kadar kızarır, bir gün gelir kıpkırmızı olur.
O günden sonra o lafzı ağzımdan hiç düşürmemiştim. Hatırlıyorum da çocukken İncil’i elime alarak saatlerce dua mırıldanmam annemi ve babamı çok mutlu ediyordu. Ben günlerce bir mucizenin olmasını beklerken, onlar böylesine dindar çocukları olduğu için Tanrı’ya şükrediyorlardı. Şimdi anlıyorum ki asıl mucize olağanüstü hadiselerin gerçekleşmesi değil, insanın sahip olduğu imanıymış……
Yağmur Dergisi-31
Saliha Malhun
Dünyanın dört bir yanında neler oluyor, neler konuşuluyor, günü gününe öğrenmek ister misiniz?
Haberdar, farklı dillerden farklı ülkelerden günlük gazetelerin önemli başlıklarıyla ekranlarınızda…
Serhat AKÇA ve Irmak Gürcan KERİMOĞLU dokunmatik ekranla dünyayı ayağınıza getiriyor…
“Haberdar”, Hafta içi her gün 08:00’da TRT Türk’te…
**************************
Kaçırmamaya çalıştığım kaliteli bir haber programı.
Dış dünya basınının olayları nasıl görüp, nasıl yorumladığını öğrenmek ufku genişletiyor.