Ahmet İmamovic, 10 minuta isimli kısa filminde 1993-1994 yıllarında meydana gelen Bosna Hersek savaşını ele almış. Değindiği konu, yaşadığımız dünyanın en acı gerçeklerinden birisi. İtalya'da bir Japon turistin tatilde çektiği fotoğraflarını tab ettirdiği 10 dakika içerisinde, farklı bir coğrafyada, Bosna-Hersek'te ,bir hayat mahvoluyor ve çok büyük bir vahşet yaşanıyor. Sadece 10 dakikada... 10 dakika içinde neler olabilir ki... izleyin... [youtube=http://www.youtube.com/watch?v=ppAn0LNU_V8]
O, hikayeciliğindeki ve yazarlığındaki ritm ve ahengin güzelliği ile okuyucularını her kitabında bahar atmosferi ile sarıyor. Edebiyatçı-Yazar Sadık Yalsızuçanlar her Cumartesi Ülke TV’de izleyenlerle buluşuyor. Ünlü yazar, her hafta Açık Deniz’de şair ve yazarlarla, düşünce adamları ve kanaat önderleriyle kalbin, aklın, benliğin ve ruhun ışıklarını yakacak özel söyleşiler gerçekleştiriyor.
Her Cumartesi 22:15’de Ülke TV’de…
Yumurcak Tv Çizgi Film kanalında yayınlanan louie ve poko çocuklarınız çizim yapmayı öğretiyor. Louie Ve Poko hergün farklı şeyler çiziyor. Hayvanlar, Eşyalar, Araçlar, Evler… Çizim yaparken aynı zamanda çizimin nasıl yapılacağını louie ve poko anlatıyor. Her bölümün sonunda ayrıca çizimde nelere dikkat edilmesi gerektiği anlatılıyor. Louie çizim yapmayı öğretirken bir yandanda çocuklarınıza çizilen cisimlerin ne işe yaradığını veya ne olduklarını detaylı bir şekilde anlatıyor.
http://www.yumurcak.tv/ShowProgramDetail.aspx?ContentId=31&AspxAutoDetectCookieSupport=1
İnsan vardır, yüzü güler, gönlü cömert, ufku geniş; onunla oturdukça oturmak istersiniz; muhabbetinden keyif ve feyiz alır, ilham bulur, farkında bile olmadan ne çok şey öğrenirsiniz. Yanından kalktığınızda az buçuk değişmiş, zenginleşmiş olarak yolunuza gidersiniz. Hafiflemiş olarak, rüzgârda tüy gibi. İçinizde bir gonca gül açılır, katmer katmer renklenir. Elinizde olmadan hayata gülümsersiniz. Gene görmek istersiniz o kişiyi, ilk fırsatta yeniden buluşmak.
Sohbetine doyamaz, ruhunun dibini bulamazsınız, öylesine derin. Bir saklı cevherdir, ilk bakışta belli olmayan. Uçsuz bucaksız bir denizdir kıyılarına varılmayan. O kadar azdır ki böyleleri, bulunca ömür boyu dostluğunun ipini bırakmak istemez, kıymetini bilirsiniz; güzelliği arayan bir mürit gibi, muhabbete susamış bir münzevi gibi, ateşe meyyal pervane gibi etrafında incecik çemberler çizersiniz. Dostlukla, hayranlıkla…
İnsan vardır, kem bakar, ağılı konuşur, habire şikâyet yahut hakaret veya dedikodu halindedir; karalamayı sever, başkasına leke çalmaktan kendine payeler biçer; kimseyi beğenmez, kendinden gayri; hiçbir yeniliği, farklılığı tasvip etmez; ayaklı sirke küpü, diken diken her sözü; dudaklarının ve gözlerinin etrafında senelerdir surat asmaktan, fesat bakmaktan oluşmuş çizgiler taşır lakin bilmez; köşe bucak kaçmak istersiniz böylesinin gölgesinden bile.
Ne var ki bazen o insan patronunuzdur. Ya da öğretmeniniz. Kapı komşunuzdur veya çalışma arkadaşınız yahut ağabeyiniz. Hemen her gün görmek zorunda kaldığınız biridir. Belki de babanız ya da kayınvalideniz. Belki biricik eşiniz. Vaktiyle ne çok severek evlendiğiniz ama zamanla kalben, zihnen, ruhen ayrı düştüğünüz; gene de bir türlü yüzleşemediğiniz, dürüstçe eleştirmediğiniz… Tavsamaya yüz tutmuş bir ateş gibi kendi kendine tüten bir ilişki. Ne uzaklaşabilir ne katlanabilirsiniz. Ne olduğu gibi sevebilir ne hepten vazgeçebilirsiniz.
Derken ondaki irin usul usul size de sirayet eder. Damla damla akar ruhunuza. Kangrendir ya olumsuz enerji, hızla yayılır, sinsice; bir sağlam uzuvdan bir başkasına sıçrar, bir insandan berikine. Bir de bakarsınız ki aynen onun gibi konuşmakta, onun gibi meselelere yaklaşmaktasınız. İçinizde neşe kalmamış, solmuş gitmiş o terütaze bahar. Bir kuru ayaza kesmiş benliğiniz.
Siz de tıpkı onun gibi şikâyet halindesiniz, yüzünüzde benzer çizgiler. Merak edersiniz: “Ben ne vakit böyle oldum. Hangi dönemeçte yitirdim inancımı, iyimserliğimi, cesaretimi, girişkenliğimi? Ben ne zaman vazgeçtim aşktan ve aşkı aramaktan? İçsel yolculuklardan? Değişimden? Öğrenmekten? Büyümekten? Sahi ne zaman?”
Hiç düşünür müyüz etrafımızdaki, en yakınımızdaki insanların enerjisi bizi nasıl etkiliyor? Günbegün, aybeay, senebesene… Yahut tersine çevirelim soruyu: Bizdeki olumsuzluklar acaba onları nasıl etkiliyor? Sevdiklerimize verdiğimiz zararın bilincinde miyiz? Keşke ara ara kapsamlı bir tadilata girişsek benliğimizde. Keşke daha fazla ertelemeden ve samimiyetle bakabilsek içimize. Oradaki yanlışları, lüzumsuz hırsları, kabuk tutmuş yaraları, tamahkârlıkları tek tek bulup ayıklayabilsek.
Bir tabela assak: “Sevdiklerime verdiğim zarar için özür diliyorum. Şu anda tadilat halindeyim, yenileniyorum…” Köhne binalar bile gençleşirken, kurumuş otlar bile tazelenirken, gerekli özen ve emekle şu hayatta her şey yenilenirken, insan nasıl değişmez, değişemez?
Bir süredir romanların yanı sıra nöroloji alanında çalışmalar yapan bilim adamlarının kitaplarını okuyorum. Kafayı fena halde taktığım, okudukça keyif aldığım isimler var. Mesela V.S.Ra machandran. Biz şimdiye kadar bilim ile mistisizmin birbirine taban tabana zıt olduğuna inandık ya, Ramachandran bu ikisinin pekâlâ kesişebileceğini söyleyen sıradışı seslerden.
Uzun yıllardır Amerika’da yaşayan, ödüller almış bir bilim adamı. Alanında önemli başarılara imza atmış. Aynı zamanda Hint asıllı ve ruhaniyete, maneviyata, mistisizme açık bir damarı var. Çalışmalarında şaşırtıcı biçimde bilimin akılcı, gözlemci, pozitivizme dayalı birikimiyle tasavvufun insanlığı birbirine bağlı gören felsefesini buluşturmakta.
Ramachandran kolları ya da bacakları kesilmiş insanlarla yakından çalışıyor. Bu tür hastaların kaybettikleri uzuvlarının ağrısını hissetmeye devam etmeleri, yani bir hayali sancı çekmeleri bilim dünyasının hâlâ çözemediği bir muamma. Olmayan kolunuz sızlıyor mesela, ne ilaçla ne terapiyle geçiyor. Ramachandran’ın anlattığı ilginç bir örnek var. Kesik eli kaşınan hastanın yanında şayet sağlam bir kişi kendi elini usulca kaşırsa, o hastanın kaşıntısı geçiyor. Zira senkronize hallerimiz. Zira enerji ağlarıyla birbirimizi etkilemekteyiz habire. Bilsek de bilmesek de…
Elif Şafak
Tür: Dram
Yönetmen:Robert Zemecki
Oyuncular: Tom Hanks, Gary Sinise, Haley Joel Osment, Robin Wright Penn, Sally Field, Mykelti Williamson, Sam Anderson, Bob Penny, Christine Seabrook, George Kelly, Hanna R. Hall, Harold G. Herthum, Ione M. Telech, John Randall, Margo Moorer, Michael Conner Humphreys, Rebecca Williams
Senaryo: Eric Roth, Winston Groom
Senaryo (Kitap): Winston Groom
Yapımcı: Wendy Finerman, Charles Newirth
Görüntü Yönetmeni:Don Burgess
Müzik:Alan Silvestri
Ödülleri: 4 adet Oscar kazandı ve 6 kez aday gösterildi. 3 adet başka ödül kazandı ve 6 tanesi için aday gösterildi.
KONUSU :
Forrest Gump, zeka seviyesi 75 olan bir erkeğin hayatını ele alıyor. Zeka seviyesi nedeni ile devlet okullarına girmekte bile zorlanan Forrest Gump zamanla akla mantığa uymayan başarılara imza atıyor. Her ne kadar zeka seviyesi düşük olsa da fiziksel olarak son derece sağlam olan Forrest Gump, zamanla gelişen olaylar zincirinde bizi hayal edemeyeceğimiz bir dünyaya götürüyor.
Allah isteyip dileyen hiç kimseyi kıblesiz koymasın ve kıbleden ayırmasın. Kıbleli olmak, kıbleyi bilmek, kıbleyi anlamak, kıbleyi yaşamak; Allah’a, insana, kâinata ve tüm canlılara dost olmaktır. Kıbleli olduğu halde; Allah’a, insana, kâinata ve diğer canlılara dost olamayanlar, kıbleden habersizler demektir.
İslam medeniyeti kıble örgülüdür. Hak ve hukuk adına İslam medeniyetinin ortaya koyduğu ölçüleri, kıble inancı tesis eder. Kıbleli insanlar, taşıdıkların misyonun ne anlama geldiğini bilir ve evden sokağa, sokaktan işe, işinden sosyal hayatın bütününe, bu misyonu taşır ve yaşar. Müslüman olan veya olmayan her toplumun; tarihine, kültürüne ve inançlarına göre bir ahlak öğretileri vardır. Müslüman toplumların ahlak ilkelerini ise İslam belirler. Bunun en önemli göstergesi ise kıbleye yönelerek, Allah’a günde beş vakit namazla akit yenilemektir. Kıble misyonu sadece namazla bitmez. Müslüman kişi, her hareketinin kıbleye uygun olup olmadığından sorumludur.
Müslümanlar hal ve hareketlerini kıbleye göre düzenler dedik ama bir iki de örnek vermeli.
“Çocuklar Duymasın” diye bir televizyon dizisi var. Orada yatakları hariç herkes evin içinde ayakkabıyla yaşıyor. Dünyanın hiçbir ülkesinde artık evlere ayakkabıyla girilmiyor. İlkel Avrupalılar bir zamanlar giriyormuş ama onlar da terk etmiş. Eve ayakkabı ile girmek ve yaşamak, görgüsüzlüğün zirvesiyle beraber, evin kutsallığına ihanettir. Yalnız ne televizyonun yöneticilerini ne de dizinin yapımcı ve oyuncularını “Müslümanca davranmıyorlar” diye eleştiriyor değilim. Geçelim.
Müslüman ailelerde evlere ayakkabı ile girilmez. Müslümanlar kıbleye doğru uzanıp yatmazlar. Müslüman evlerde banyo ve tuvaletlerdeki oturuş biçimleri de kıbleye doğru değildir. Çok temiz olmasına rağmen, tuvalet veya banyoda kullanılan terliklerle salona ya da odalara da geçilmez. Kıble deyip duruyoruz da bakarsınız ne demek istediğim anlaşılmaz, bir açıklama yapayım. Kıbleyi işaret ederken, esas “Kâbe”yi işaret etmekteyiz. Su içerken kıbleye dönülür. Kurban keserken kıbleye dönülür, vefat edenlerin yüzü kıbleye çevrilir. Velhasıl hayırlı her işin yönü “Kâbe’dir.”
Yine bir televizyon kanalında yapılan yarışmada katılımcıya şu soru soruldu: “Gemicilikte kullanılan ‘kıble’ terimi hangi yönü işaret etmektedir.” Yarışmacı uzun uzun düşündükten sonra joker hakkını kullanarak seyirciye sordu. Seyircilerin önemli bir bölümü “Güney” dedi. Geriye kalanlar ise kuzey, batı ve doğu dedi. Ne kadar acı değil mi? Müslüman bir ülkede yaşayacaksınız ve hiç kıble kelimesini duymadan 25 yaşına geleceksiniz. Çevresinde hiç mi Müslüman kimse yoktu acaba? Evet, bu gençten bu kültürü ve bilgiyi kim esirgedi ya da öğretmedi?
Yetmiş yıldır ahlaki değerlerin çirkefler içine gömüldüğü ve kirli ayaklarla çiğnendiği ülkemizde; insanımızın yüzünde hayâ, içinde vicdan aramak için kıble kültürü önemlidir.
Huseyin Ozturk
Sabah işe gidiş yolculuğumda şayet müzik dinlemek değilse terciğim, 93.5 Dünya Radyo’da Serdar Sorgun’un sunumunu yaptığı “Medyatik Gündem” i açarım..
Hafta ici Her Gun 07:00 – 09:00
Farklı gazetelerden alınan haberlerin yasıra, “Köşeli Yazılar” adlı bölümde de köşe yazarlarının yorumlarını seslendirir..
Sabahları her sesi duymak istemem. Mesela ne kadar sevsem de Zerrin Özer’i o vakitlerde duymamalıyım. Serdar Sorgun programının kalitesi yanında kulakları yormayan sesi ve konuları yorumlayışıyla iyi gidiyor günün ilk saatlerine.
Yada Burç Fm de Fatma Gökbulut’un sunduğu “Sesli Gazete” yi dinlerim. Yayın saati daha geç, 8:00 da başladığı için işe geç gideceğim günlere denk düşer. Fatma Hanım’ın akıcı uslubunu da çok beğenirim.