Yolculuğun en güzel yanı, yola çıkmadan önceki anlardır derim hep.
Gidilecek yeri hayal etmek, valize konulacakların listesini hazırlamak, yol arkadaşları ile hayaller kurmak-program yapmak, yolculuk anı ve varış. O dakikadan sonra o kadar hızlı geçiyor ki güzel zamanlar. Bir bakıyorsunuz geri dönmüşsünüz.
Fakat yüzünüzde hoş bir tebessüm, neşeli fotoğraflar, tatlı hatıralarınız da cebinizdeyse, buna değmez mi?….
Geçtiğimiz hafta içi çok bunaldığımızı ve iyi bir tatile ihtiyacımız olduğunu söyleyip duruyorduk eşimle. Plan vardı bir yerlere gitmek için ancak program yoktu.
Önce ne istediğimizi netleştirdik arkadaşlarla. Nasıl bir mekanda, hangi bölgede, ne kadarlık bir bütçe ile bu seyahat gerçekleşmeli idi.?
Kente dair bir şey olmayacaktı, şık olacaktı , tabiat olacaktı , ağaç olacaktı , kar olacaktı , özgürlük olacaktı, dşarıda elimiz ayağımız donduğunda içerde çıtırdayan bir ateş olacaktı , şen kahkahalarla çınlayan kütükten bir ev olacaktı , verandası olacaktı , çok pahalı olmayacaktı …
Bilgisayar başında kesintisiz 3 saatimi harcayarak muhteşem birkaç mekan buldum. İçlerinden beklentilerimize en uygun olanını seçtim . Eşim ve arkadaşlarım o kadar itimatlıydılar ki bu konuda bana, gidilecek yerin web sayfasını gördüklerinde “işte buu!!” dediler. Bu da bana yetti 🙂
Sabah 6 da karanlıkta çıktık İstanbul dan yola.
Körfez taraflarında kahvaltımızı yaptık.
Elimizde harita ile kıvrım kıvrım dağ yollarından geçtik.
Bir köy bakkalında alışverişten sonra ulaştık “Değirmenyeri” ne.
Mudurnu ya 8 km mesafede olan Kilözü Küyünü 500 metre geçince Değirmenyeri çıktı karşımıza.
Beklentilerimizin çok üstünde güzellikte, adeta cennetten bir köşeydi. Sırtını bolu dağlarına dayamış, yüzünü Mudurnu ya döndürmüş, bahçesinde ördekleri, köpekleri, kedileri, yeşil çatılı ahşap evleri , şırıl şırıl alan suları, küçük göletleri, salıncakları, mahzun gözlerle bize bakan Miskin’i gördük ilk önce (Sembernard cinsi 4 yaşında bir köpek) Ardından otel personelinden Özkan’ı. Samimi bir konukseverlikle karşıladı bizi.
Otel sahibi Ulvi Ilgaz beyi ilk günün akşamında tanıdık. Güven veren duruşu, dost bakan gözleri, sıcak gülümsemesi kaldı en fazla aklımda. Yemek salonundaki diğer konukların konuşmalarına yaptığım kulak misafirliği sonucunda Ulvi beyin bir yazar olduğunu, aslen yüksek ziraat mühendisi olduğunu öğrendim. Şaşırmadım… Böylesi güzel bir mekan ancak sanatsal yönü gelişmiş insanların hayal güçlerinin ürünü olurdu. Zaten Ulvi Beynin uzun saçı ve sakalı, ince gözlükleri, elinden düşürmediği sigarası kimliğini işaret eder gibi idi. Hani utanmasam masamdan kalkıp ellerini sıkmak ve teşekkür etmek istiyordum.
Yemek salonunda zevkle seçilmiş caz müziği, tadı damaklarda kalacak lezzetler bizi bekliyordu. Hele ertesi gün yaptığımız kahvaltı…Herkes şaşırdı bu kadar çok yiyişime. Hem temiz hava hem de masanın güzelliği midemi tetiklemişti. Sütünden, meyve suyuna, yumurtasından tereyağına, peynirinden zeytinine, domatesinden salatalığına, kaşarından salamına, cevizinden üzüm kurusuna, reçelinden mısır gevreğine her şey ama her şey vardı masada. Nakışlı perdeler, temizlik, düzen, dozunda ilgi, dekorasyon… Değirmenyerinde göze batacak en ufak bir şey dahi yoktu. Aksine bir gelenin bir daha gelmek isteyeceği bir yerdi.
Neyse, devam ediyim…
Hemen evimizi görmek istedik. Büyükçe bir salon, amerikan tarzı mutfak, kalorifere ilaveten şömine, 1 çift kişilik yatak, 2 tek kişilik yataktan olan 2 adet yatak odası ve banyo vardı giriş katında. Salonun ortasından çatıya çıkan ahşap merdiveni tırmandığımızda 4 tane yatağın ekoseli battaniyelerle sarmalandığını gördük. Burası salona bakan bir asma kat şeklindeydi. Üçgen camları, pompon perdeleri vardı. Ev tek kelime ile muhteşemdi. 8 kişi çok rahat kalabilirdi. Dekorasyonda sadeliğe, Türk motiflerine yer verilmişti. Ahşabın sıcaklığını her yanda hissediyorduk. Hele verandası…Sallanan sandalyesi, bir büyük yemek masası, 2 adet sandığı, sandalyeleri ile köye bakan bir yamaçtaydı. Mutfak camından baktığınızda şırıl şırıl akan suyu görüyordunuz.
Yerleştik mekanımıza, salonda oturup biraz soluklandık. Bakkaldan aldıklarımızla sandviçler yaptık , otelin kafesine inip sıcak çaylarımızı içtik ve keşif niyeti ile yola çıktık. İstikamet için Abant ı önerdiler. Göynük de bir diğer alternatif ti. Sülüklü göl görülmesi gereken bir yerdi. Ancak tercihi Abant tan yana yaptık. Bildik, klasik yoldan değil de arka taraflardan Abant a girdik. Yol çok buzlu ve karlıydı. Bembeyaz bir güzellik, mis gibi dağ havası, insanın başını döndüren manzara…
Çocuklar gibi eğlendik. O itiş kakışlar, yerlerde yuvarlanışlar, kar topu savaşları anında otomobilimizin anahtarını kaybetmişiz. Tam dönelim artık derken birde anahtar derdine düştük. Şükür ki en çok boğuştuğumuz yeri hatırladık ve anahtarı orada bulabildik. Laylaylomlarla Abant tan ayrıldık. Mudurnu merkeze indik. Mimarisi ile çok güzel olan bu küçük ilçenin o gün pazarı varmış. Çok ucuza alışveriş yaptık ve Değirmenyerine geri geldik.
Miskin karşıladı yine kapıda bizleri. Yemek saatine daha çok vardı. Bizde monopoli oynamaya karar verdik. Hani gülmekten katıldığınız, katılırken “nefesim durup tak diye gideceğim şimdi” diye düşündüğünüz kahkaha krizleri olur ya. İşte öylesi neşeli oyundu bizimkisi. Oyun bitecek gibi değildi. Akşam iyiden iyice çökmüştü. Dışarısı zifiri karanlıktı. Acıkmıştık da. Ara verip yemeğe çıkalım dedik. Akşam yemeğimizde çok güzeldi. İşimizden hiç konuşmayacağız desek de yemekte bu kuralı biraz yıktık. Balık mı- tavuk mu- kırmızı et mi alternatifleri içinden hepimiz tavuğu seçtik. Çok lezzetliydi. Evimize geldiğimizde oyunumuza kaldığımız yerden devam ettik. O sıra kap çaldı ve görevli bir arkadaş elinde odun sepeti ile karşımızdaydı. Şömineyi yaktı. Ortam sımsıcak oldu. Kapıdaki ikinci misafirimiz yavru kediydi. Kıramadık aldık içeriye. Baktık ki keyiften tırmıklar başladı, yine saldık kapı önüne. Miskin zaten veranda da bizi bekliyordu, pisicikte ona katıldı.Geç saatlere kadar süren sohbetimiz , oyunlarımız, gülüşlerimiz sonunda dağ havasının da etkisi ile ilk ben uyumak istediğimi söyledim. Ardımdan teker teker uykuya çekilmişler. Gece bir ara kalktım salona geldim. Şömine tatlı tatlı yanmaya devam ediyordu. Ortalıkta kızıli bir ışık vardı. Herkes derin bir uykudaydı… “Ne güzel bir gece Allahım , şükürler olsun” dedim, odama yöneldim.
Kesintisiz, derin bir uykuyu nasıl da özlemişim. Sabah çok erken kalktığımda benden daha önce kalkanların da olduğunu gördüm. Dışarıda yakıcı bir güneş vardı fakat buz gibiydi hava. İskoç battaniyelerimize sarılarak verandaya çıktık. Bir güzel güneşlendik. Tekrar eve girip salonda muhabbet ederken baktık Ulvi bey elinde 3 çift botla geliyor. Botlar bizim !!! Yaramaz bir yavru köpek vardı . Meğer akşam 3 arkadaşımızın botlarını teker teker taşımış evin önünden. Epeyce güldük bu olaya.
Takım tamamlanıp herkes uykudan uyanınca kahvaltıya geçtik. Önceden bahsettiğim gibi kahvaltı harikaydı. Eve geldik ve yine güneşe karşı kendimizi verip şekerleme yaptık, resmen şarj olduk. Bu gece de kalsak mı, dönsek mi münazarası ardından İstanbul da havanın sertleştiğini öğrendik. Bizleri bekleyen yakınlarımız “kar geliyor, sıkıntıya düşebilirsiniz” dediklerinden ve ertesi gün hepimizin saat 8 de iş başında olma gerçeği olduğundan makul bir saatte yola çıkalım dedik.
Dönüş yolunda şarkılarla, şakalaşmalarla, tüm tatili çektiğimiz kameramıza el sallamalarla İstanbul a ilerliyorduk.
Sapanca da bir mola verip göl kenarında yürüyüş yaptık, birer gözleme yedik.
İstanbul bizi yağmurlarlar karşıladı, kar yağışları ile de evimize vardık.
Güzelden öte çok güzel bir tatil olmuştu.
İlk baharda çok daha farklı lezzetler tadacağımız bir yerdi muhakkak ve niyetine girdik. İnşallah yine çok güzel bir bahar gününde bu sefer cırcır böcekleri, kuş sesleri, yıldızlı geceleri ile Değirmen yerini yaşamak nasip olur.
Kesinlikle ve kesinlikle sizlere bu mekanı öneriyorum.
Nasıl bir yer olduğunu resimlerle görmek istiyorsanız http://www.degirmenyeri.com.tr/tr/index.html a bir göz atın derim. Gördüklerinizden daha güzel, daha dolu olduğunu söyleyebilirim.
19/12/2005
Bir yanıt yazın