Bir kadın için milattır, çocuk doğurmak. Hamile olduğunu anladığında içine düşen kor, doğuma kadarki heyecan ve sonrasında onu en iyi şekilde yetiştirmek kaygısı… Bütün anneler için benzer bir süreçtir, bu yaşananlar… Kucağına aldığında içinin titrediği minik varlığın, yıllar içinde büyüdüğünü görmek annelerin en büyük kıvancıdır. İlköğretime başlayan çocuklar, yavaş yavaş parayla da tanışmaya başlar.
‘’Anne bana 1 lira verir misin?” soruları başlar. Okul kantininden alınan sakızlar, şekerlemeler, onlar için inanılmaz bir kendi başınalık deneyimidir. İşte bu günler, miniklerin pek çok konu gibi para konusunda da temel prensipler edindiği zamanlardır. Ona, parayı bir araç olarak kullanmayı öğretmek ve parayla ilişkisini düzenlemek gerekiyor.
Bence bu yazıyı okuyun ve çocuğunuzu üzmeden, siz de sıkılmadan, bir sorunu daha geride bırakmanın mutluluğunu yaşayın. Biliyorsunuz, çocuğunuzla birlikte alacağınız yolda aşılacak çok engel var. Sabır ve samimiyet ise şart…
1- Harçlık verin
Harçlık, parmakizi gibidir. Çocuğunuza 7 yaşından itibaren haftalık, 13 yaşından itibaren ise aylık olarak verin. Harçlığı hangi ihtiyacı için biriktirmesi gerektiğini oturup birlikte planlayın.
2- Çocuğunuzla konuşun
Aldığınız her şeyin bir bedeli olduğunu öğrensin. Mesela; yaptığınız alışverişlerde neye ne kadar para verdiğinizi söyleyin. Aldığınız oyuncağın ne kadar olduğunu, yediğiniz yemeğin fiyatını söyleyin. Bedava sanmasın.
3- Finansal durumunuzu anlatın
Çocuğunuzla ekonomik durumunuzu konuşun. Ne kadar kazandığınızı, borcunuz olup olmadığını bilsin. Çocuğunuz sizdeki huzursuzluğu sezer, anlamlandırması için yardımcı olun.
4- Ekstreleri gösterin
Çocuğunuz alışverişlerinizi sürekli kredi kartıyla yaptığınızı gördüğü zaman ‘paraya’ farklı anlamlar yüklemeye başlayabilir. Ay sonunda kredi kart ekstrenizi göstererek ona kredi kartının bir ödeme aracı olduğunu anlatın.
5- Samimi olun
Eğer bildiklerinizi anlatmazsanız, onun parasal konularda bazı olguları kendi kendine anlamlandırması için ona yardımcı olmuş olursunuz. Mesela: ATM’den birlikte para çekin. Ve ona anlatın. Anlatmazsanız, çocuğunuz ATM’nin ne zaman canı isterse para akan bir yer olduğunu düşünebilir.
6- Kumbarası olsun
Ben, çocuğum için 3 ayrı kumbara yapıyorum. Biri birikim yapabilmesi için, biri harcamaları için, diğeri ise yardım kumbarası. Kumbaraların üzerine almak istediği oyuncağı ya da hedeflerinin resmini yapıştırabilirsiniz.
7- Öğrendikçe hatırlayacaktır
Geçenlerde bana şöyle bir soru geldi: “Çocuğum gördüğü her oyuncağı istiyor, alacak paramız yok ne yapacağız Özlem Hanım?” Eğer çocuğunuza finansal durumunuzu anlatır, birlikte bütçe planı yaparsanız, çocuğunuz alınan her şeyin bir bedeli olduğunu, neye gücünüzün ne kadar yetebileceğini bilecek ve isteklerini bu doğrultuda şekillendirecektir.
8- Hedef listesi yapın
Çocuklarınızın hedef listesi olsun. Hedeflerini, önceliklerini yazsınlar. Sonrasında bu hedef ve isteklere ulaşması için nasıl bütçe yapacağını gösterin.
9- Ceza vermeyin
Çocuğunuzun harçlığını keserek onu imtihan etmeyin. Harçlık vermek, ödüllendirme ya da cezalandırma yöntemi olmamalı. Çocuğunuzdan yapmasını istediğiniz şeylerin karşılığında para teklif etmemelisiniz. ‘Para kazanmadığı hiçbir şeyi yapmak istemeyecek’ hale gelmesin ileride.
10- Param yok
Çocuğunuzun isteği ve ısrarı karşısında ona vereceğiniz cevap: Param yok, olmasın. Eğer gerçekten almak isteyip maddi yetersizlikten alamıyorsanız bunun bu şekilde olduğunu çocuğunuza mutlaka anlatın.
Gördüğünüz gibi finansal huzura samimiyetle ulaşıyoruz. Her şeyi net şekilde anlatırsak eğer çocuklarımız hem parasını hem hayatını daha iyi yöneten bireyler olacaktır.
Özlem Denizmen
http://www.anneysen.com
Kitapçımın rafında gördüğüm anda tereddütsüz uzandı elim. Kapağındaki fotoğrafın etkisiydi belkide bu.
Fakat kitabın arkasındaki satırları okuduğum zaman “sadece bir an’dı” kelimesinde buldum kendimi.
Gece yarılamışım kitabı. Ertesi gün erken kalkma mecburiyetim olmasaydı eminim sabah tamamlamış olurdum.
Allah dostlarının hayat hikayelerinden alınacak çok dersler var. Bu tarz kitapları okumayı sevenlere tavsiye ederim.
———-
İbretli Bir Hayatın Hikâyesi…
Yaşlı bir derviş son nefesini vermek üzereymiş. Genç derviş, hayatın gerçeğini bilse bilse ancak o bilir, diyerek yanına gitmiş.
“Derviş baba hayat neydi,” diye sormuş.
Bunun üzerine yaşlı derviş gülümsemiş:
“Bir an’dı oğul” demiş. “Sadece bir an’dı.”
Genç derviş haklıydı; hayatın gerçeğini sadece “an”ı yaşayanlar bilir.
Sorulacaksa onlara sorulmalı, yaşamak sanatı öğreniliyorsa onlardan öğrenilmeli.
Allah dostlarının hayat hikâyeleri yazılmalı ve okunmalıdır.
Çünkü onlar bize sadece sözleriyle değil, yaşayış biçimleriyle de rehberlik eder, örnek olurlar.
Geçmişte yaşamış Allah dostlarının, evliyaların hayatı çağdaşları tarafından kayıt altına alınmış olmasaydı, yeni nesil onları tanımayacak, ibret dolu hayat hikâyelerinden haberdar olmayacaktı.
Eli kalem tutanlar, kendi çağında yaşayan Allah dostlarının hayat hikâyelerini yazmakla, kayıt altına almakla bir anlamda sorumludur.
Elinizdeki kitap, bu sorumluluk duygusu ile kaleme alınmış ibretli bir hayatın hikâyesidir.
Sıradan pazar sabahlarından biriydi o sabahta.
Gülücüklerle , oğluşumuzun şen kahkahaları ve öpüşleri ile uyandığımız bir sabah….
Ben meleğimizin sabah temizliği ile ilgilenirken
Sen mutfağa yönelmiştin
O güzel kahvaltılarımızdan birini daha hazırlamak için.
Azizin sabah hazırlığı bitti, cicilerini giydi
Ve annesinin odaları toplamasına yardım etti
Yatağın örtüsünü düzelttik oğlumuzla
Perdeleri açtık
Pijamalarını çekmecesine koyduk
Azizi sana verdim
Salona geçtiniz
Oyun oynarken baba-oğul, masayı açtım ben.
Allah ne verdi ise…
En bol olan muhabbetimiz,masanın tam orta yerinde …
Azizin döküp saçmalarına kulak vermeden,
Pek görmemeye çalışarak kirlenen üst başını
Kahvaltımızı da bitirdik
Öğlende sonrası için plan kurduk
Hava güzeldi
Bahar vardı dışlarda
Parka gidecektik
Birlikte kaldırdık sofrayı, topladık mutfağı
Mis gibi bahar havasında çok eğlendik
Belkide Aziz’den daha fazla biz….
Eve döndük
Öğleden sonra konuklarımız geldi
Onlarla güzel sohbetler ettik, ikramlarımız oldu
Akşam üstüne doğru yolcu ettik
Ardından yine mutfağa girdim
Yemek olmasına karşın
Hafta sonu diye daha özel bir şeyler hazırladım
Sevdiğin patlıcan salatasını yaptım, bol sirkeli, zeytin yağlı, domatesli
Soğanlarını ovdum tuzla, süsledim
Sen çıtır ekmek aldın bakkaldan
Sofrayı kurdum
Izgara yaptım, yanında çorbası pilavı
Yaprak sarması da vardı buzlukta,
Nasılda unutmuşum daha önceden çıkarmayı…
Nefis bir yemekti…
Yine baş köşedeydi muhabbetimiz
Akşam oldu..
Gece indi sokağımıza
Evimiz ışıl ışıl…
Bulaşıkları diziyordum makineye
Geldin yanıma
“Canım ?” dedin
“Bitanem” dedim…
Gülümsedin…
“Akşama dışarı çıkalım mı” dedim
“Ya oğlan ?” dedin
“Anneme bırakırız…?”
“Olur :)”
Güzel bir geceydi
Sen birinci ben ikinci oldum bowlingde
Arkadaşlar da sonunculuğu paylaştılar
Elimden düşürmedim her zamanki gibi fotoğraf makinemizi
Sonradan fark ettim en çok senin resmini çektiğimi
Gece oldu…
Oğlan uyudu
Bende onu uyuturken uyumuşum yanında
İtina ile uyandırdın beni
“Üşüme burada, hadi gel yat yerine” dedin
“Kapıyı kilitledik mi?” dedim
“Merak etme canım” dedin
Tatlı rüyalara dalmışım….
Sabah oldu
İşe geldim
Ajandamı açtım
Tarih çarptı gözüme
17 Nisan
Dün..
Bizim sözlenme yıl dönümümüzmüş
4 sene önce …
16 nisan 2002 de…
Buruldu içim
“Nasıl da unuttuk” dedim
Yüzümü aldım avuçlarım arasına, incindim
Seni aradım
Hatırlattım
Şaşırdın, üzüldün…
Telefonu kapattım.
Tüm gün bunu düşündüm
Nasıl olmalıydı diye…
Sabah beyaz güllerle mi uyanmalıydım
Yada akşam için özel bir mekanda güzel bir kutlama mı olmalıydı
Pahalı bir hediye veya?
Kızkardeşim geldi yanıma
“Hayrola” dedi
“Dünü unuttuk ikimizde, 4. yılımızdı” dedim
Güldü “eskidiniz mi ne?” “hiç kaçırmazdınız böyle şeyleri” dedi
Sustum…
Gitti…
Dünü düşündüm baştan sona
Güne başlayışımızı ve ardından yaşananları
Hiçbir hediyenin yada süprizin, bana sürekli yaşattığın güzelliklerin kadar memnun edemeyeceğini fark ettim.
Her günümü sevgi ile yaşatan
Üzerime titreyen
Beni koruyan-gözeten
Saçımın teli incinse kıyamayan eşimsin
Rabbimin lutfu
Biriciğimsin
Benim o günümün değil, ömrümün hediyesi sensin.
Her iki cihanda el ele, mutlu olalım biriciğim.
Nisan 2006
Her bahar yaşıyorum bu acemiliği. Her bahar ayağım dolanıyor, başım dönüyor, bakışım çatallanıyor, ellerim terliyor. Acemiyim bu bahar yine. Ustaca karşılayamıyorum baharı. Tecrübemi konuşturamıyorum bi’türlü. Oysa, ustalaşmış olmalıydım. Acemi bir bahar karşılayıcısı olmak için mazeretim kalmamış olmalı. Kırbeşinci baharım bu. Kırkbeşinci olmasına kırkbeşinci ama adı üzerinde bu bahar ilkbahar. Hep “ilk” var başında “bahar”ın. “İlk” defa görüyorum bembeyaz coşkuyla köpüklenen denizler gibi hayata koşan ağaçları. İlk defa farkediyorum terütaze sevinçlerle varlığa uç veren lâleleri, papatyaları, menekşeleri. Pencere önüme kadar taşmış bir bahar karşılıyor beni. Kaçsam da yol kenarlarında yakalıyor beni gelincikler. Kızım bir kırçiçeği koparıp uzatıyor elime. Sadece çiçeklerin isimlerini saymaya boş vaktim oluyor. Lâle, sümbül, frezya.. Sarısı var! Eflatunu var! Kızılı da! Ah bir de kokuları! Mor salkımlar ise selam vermeden geçiyorum diye rayihalarıyla uzanıyorlar burnumun dibine kadar. Bu arada erguvanları da kaçırmamalı. Bir fıskiyeden fırlar gibi ağacın her yanına sarılan, budakları beklemeden, hiç nazlanmadan patlayıp duran o efsûnlu renkleri. Güllerin başında ise bir ömür beklemeli sanki. Yaprak yaprak güzellik dermeli. Bir de ıhlamurlar kokmaya başlarsa, ne ederim ben? İşim başımdan aşkın benim. Hangi çiçeğe, hangi ağaca, hangi kokuya, hangi renge tutunup da kalayım? Hangi güzelliğin yüzüne asılıp da durayım?
Etrafımda her an hep yeni renkte hep yeni kokularda sürüp giden bir şehrâyin var. O kadar çok ki seyredilecek, üzerinde durup tefekkür edilecek yaratılış! Hakkını veremediğime yanıyorum baharın. Hep alacaklı kalıyor benden bahar. Onca güzelliğe bakış borçlanıyorum her defasında. Yanından bir göz ucu bakışıyla geçiyorum sadece. Tek bir lâleyi bile bir bahar boyu seyretmeye değer diyor dostlar. “Kırkbeşinci baharının ihtisasını lâleler üzerinde yap! Ama o kırmızısının tonunu ne bayrağa, ne bordoya ne pembeye benzettiğin renkteki o lâleye ayır vaktini. Altı yaprakla açıp da, sonra yapraklarını bir bir döküşündeki hüznü de seyret. Bir ömür yeter sana bu sevinç, bu hüzün.”
“İyi de papatyaların gönlü kalmaz mı?” diyorum içimden. “Ya kasımpatılara nasıl yetişeyim?” “Menekşeleri ıskalamaya gönlüm hiç razı değil!” Bu kırkbeşinci baharı, hiç kimsenin uğramadığı bir kırda, hiç kimsenin özenerek dikmediği, hiç kimsenin de bile isteye seyretmeye tenezzül etmediği bildiğim en güzel kırmızıyı, en ince yüzde ağırlayan o gelinciklerle sarmaş dolaş geçirmeye de razıyım. Ancak belki o zaman, bu baharın hakkını verdim diye kocaman bir “Oh!” çekerim. “Galiba,” demişti Ali ağabey uzun bahar yolculuğumuzda “çiçeklerin kelebeği de gelincikler!” Kelebekler var bir de… Onlar ki sanki çiçeklerin suskun güzelliğine, kırların yalnız tazeliğine bir karşılık vermek üzere uçuyorlar, uçuyorlar. Kıpkızıl gelincikler, incecik yapraklarıyla nasıl yeşile sarıya boyalı kırların tazeliği üzerinde bir mühür gibi dikkat çekiyorsa, kelebekler de öyle! Nazenin hareketleriyle bak(amay)ışımızı dürtüp göz göz gezdiriyorlar o güzellerin yüzlerinde. Yoksa, bu baharı kelebeklere mi ayırsam?
Peki ya kuş sesleri? Kime nasıl açıklarım ben, kırkbeşinci baharında bile kuş seslerini birbirinden ayırd edemediğimi? Utanmam mı bu sağırlıkla? Kuşlar ki, çiçeklerin suskun güzelliğini sesten bayraklar gibi taşıyorlar, gönlün kapısı kulaklara taşırıyorlar? Kuş sesleri ki, bir gülün son yaprağını saran sesten bir yaprak daha örüyorlar! Dinlemeye vaktim yok! Telaşla geçiyorum aralarından! Seherlerde yarı uykulu, öğlelerde başka şeylere kulak kesilmiş halde, o bahar bestelerini kırkbeşinci defa daha kaçırıyorum, ıskalıyorum, yok sayıyorum.
Olmadı işte bak! Yine olmadı! Olmayacak! Bunca güzelliğe bir değil bin bakış borçlanarak gidiyorum. Bunca inceliğe minnet duymadan koştukça koşuyorum. Nereye gidiyorum?
Galiba, ilk defa! İlk defa bu kadar susayarak ve acıkarak bakışsız bıraktığım bunca güzelliğin hak ettiği ince bakışları, derin tefekkürleri fark ediyorum. Benim ıskaladığım yerlerde, benim bakmadığım yüzlerde, benim özenmediğim güzellerde, bin bakışlar, bin yakarışlar, bin minnet duyuşlar, bin hayret edişler, bin alkışlar, bin takdir edişler, bin hayran oluşlar olmalı. Bu baharı benim bir ömür seyretmek istediğim gibi seyreden birileri olmalı. Benim bıraktığım bakış boşluklarını dolduran, benim suskunluğa terkettiğim seslere çağıltılı bir dinlemeyle karşılık veren, anlamsızca baktığım güzellerin hakkını fazla fazla verenler olmalı. Boş bakışlara kalmamalı bunca diriliş!
Şimdi o boşlukları dolduruyorum: Ve ben meleklere inanıyorum. İnandığıma da seviniyorum. İnandığım kadar çok bahar bestesi duyuyorum. İnandığım kadar çok bakış çiçeği deriyorum. Melekçe bakışlara bakan bahara daha başka bakıyorum. Dal uçlarına melekçe hayranlıklar diziyorum. Gül yüzlerde her an meleksî zikirler duyuyorum. Kuş cıvıltılarına melekçe çağıldayışlar ekliyorum. Her çiçeğin her haline her rengine her rayiha inceliğine en az bir melek tayin ediyorum. Bunca güzelliğin bunca bakışı hak ettiğini biliyorum. Meleklere yeni/den inanıyorum. Erik dallarında çiçeklerin ak köpükler gibi coşkusuna katılarak inanıyorum.
Senai Demirci
Bugün Anneler Günü, anne! Bugün unutulan anneler hatırlanacak, hediyeler verilecek, ziyaretler edilecek. Kimi çocuklar yoğun meşguliyetinden dolayı bugünü “bir telefonla” geçiştirecek. Kimileri ona da fırsat bulamayacak.
Ve bugün, bazı annelerin gözü kapıda, kulağı telefonun zilinde olacak. Bugün birçok anne mutlu olup sevinçten uçacak. Birçoğu da boşuna bekleyecek, hayal kırıklığına uğrayacak. Rengârenk çiçekler, kurdeleli hediye paketleri, “canım annem, bir tanem” sözleri sadece hayallerini süsleyecek.
Evet anne, bugün Anneler Günü… Ama benim, annemin günü değil, “günlerimin annesi” var.
Her günümü, kendisiyle, sesiyle, hayaliyle, duasıyla süslediğim, annem var. Her gördüğümde, her konuştuğumda, adımı unutmuş gibi “kuzum” diyen baş tacım var.
Dert ortağım, sır dostum, sohbet arkadaşım, dua hazinem, benim derdime benden fazla ağlayanım, gözyaşı çağlayanım, annem benim…
Cemil Tokpınar
Orta okulu bitirmiş, liseye yeni başlamıştım. Babamın da ağrıları artmıştı. Doktorlar kalça protezi takılmasını uygun görmüşlerdi.Ameliyatlar başarısız geçti. 7 ay hastanede yattı, annem de baş ucunda refakat etti. Kardeşimle hayata dair ilk sıkıntılarımızı yaşamaya başlamıştık. Ciddi bir mücadele içine girdik. Hem okula gidiyor, hem evin işlerini görüyorduk. Anneciğim hastane ve ev arasında mekik dokuyordu. Babacığım eve döndüğünde artık yürüyemiyordu. Birkaç ameliyat daha denense de başarılı olmadı. Anneciğim aylarca yatalak olan babama baktı, egzersizlerini yaptırdı.
Anneme bakarken bir kadın değil, daha başka bir varlık görürdüm. Tanıdığım en güçlü, en sağlam, en dayanıklı, en şefkatli, en sabırlı, en mükemmel eş ve en mükemmel anneydi o. Hep derim “Annem girmez ise, kimse giremez cennete”. Babamın baş ucundan bir an olsun ayrılmadan, en ağır hizmetlerini can-ı gönülden üstlenerek, üstelik tüm bu işleri yaparken bir kere bile şikayet etmeyen, çocukları etkilenmesin diye bizlere belli etmeme gayreti içinde olan bir anneydi o. Uyuduğunu görmezdim. Ne zaman uyur, ne zaman uyanırdı hiç anlamadım.
En nihayetinde ancak koltuk değnekleri ile ev içinde yürüyecek konuma gelebildi babam. Hamd ettik.
Seneler böyle geçti gitti. Kardeşimle yetiştik, annemize desteğimiz arttı, bir arada mutluyduk fakat babam evin içinde geçiriyordu senelerini, dışarıya çıkamıyordu bunun için kederliydik.
Gençlik tabi… Babamın bu sıkıntıları beni üzüyor, Allah neden bu derdi verdi babama diye isyan ediyordum. Babacığım beni teselli ediyor, sabrı öğütlüyor, isyan etmiyor, şikayet etmiyor, her inişin bir çıkışı vardır, bu günlerde elbet biter diye avutuyordu.
10 sene gibi bir zaman geçti. Bir gece babam evde düştü, kalçasını kırdı. Her şey bitti demiştik. Her şey bitti ve babam bir daha asla ayağa kalkamayacak sanmıştık. Kabus sandığımız o gece meğer rahmetmiş de haberimiz yok. Doktorlar incelemelerini yaptılar ve yeni bir sistemin uygulanabileceğini , eskisinden daha iyi olacağını söylediler. Şaşkınlık içindeydik. Gerçekten de ameliyat başarılı geçti. 1 sene sonra diğer bacağından da ameliyat edildi ve babam tek baston ile yürüyecek duruma geldi.
İşte demişti babam…”İşte kızım musibet sandığımız bazı olaylarda nice hayırlar gizlidir de bizler göremeyiz”.
Annem de tüm bu güzellikleri babamın senelerce sabretmesine bağlamıştı. Haklıydı.
“Hak şerleri hayreyler,
Sen sanma ki gayreyler,
Ârif ânı seyr eyler.
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse güzel eyler.
Sen Hakk’a tevekkül ol,
Tefviz et ve rahat bul,
Sabreyle ve râzı ol
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse güzel eyler.”
İbrahim hakkı Hazretleri
Halıcıoğlu’ ndan Sütlüce’ye geçen küçük tünel…
Her geçişte gözümde canlanır hatırladığım ilk korkum, yüreğimde hala aynı duruyor.
Küçük adımlarımla babamdan birkaç adım önde yürüyorum,
Babaannemin Bademlikteki evine gidiyoruz.
O kadar heyecanlıyım ki hoplaya zıplaya ilerlerken babamın elini tutmuyor olmamın verdiği bir marifet hissi içimdeki…
Biliyorum ki babam birkaç adım gerimde gelmekte, yine de özgürlüğün yanında güven de arıyorum.
O küçük tünel bana upuzun gelirken, yanımdan geçen ve beni otoyol dan ayıran tel kafes…
Otobüslerin sesleri kulaklarıma doluyor, şiddeti eteklerimi uçuruyor….
Kaldırımdaki çizgilere basmadan, hoplaya zıplaya ilerliyorum. Derken…
Arkamı dönüp babama bakmak geliyor aklıma.
Yok…!
Tek başımayım
Yalnızım
Ne yapacağım ben ?
Nerede babam?
Hızla geriye doğru koşmaya başlıyorum
Tünel bitmeyen mesafe…
Ve babam saklandığı yerden tatlı gülümsemesi ile çıkıyor.
Bacaklarına sarılıyorum…İyi ki varsın.
(iyi ki senin kızın oldum ben)
Evliliğimden sonra da devam eden, kalabalık yaptığımız hafta sonu kahvaltılarını çok severdim. Sofrada hemen hemen hiç konuşmazdı. Eşim de ona benzerdi bu yönden. İki bey sessiz sedasızken annem, ben kız kardeşim neler neler anlatırdık…
Bekar olduğum yıllarda sabah uyandığımda ilk karşılaştığımız an “Benim güzel kızım, ne hoş görünüyorsun gözüme” der, ben koridordaki aynaya yönelip “Kim ben miii?” diye nazlanırken yanağını yanağına dokundururdu , aynada birbirimize bakışırdık. Ardından “Bana benziyormuşsun, Allah Allah neyimiz benziyor ki” diye gülümser , bende “Sahi benziyor muyum?” diye güler, sonra yanaklarından öper, kulağına “Gurur duyuyorum sana benzemekten” diye fısıldardım.
Saçımı farklı tarasam, yeni bir toka alsam, bir değişiklik yapsam hemen fark eder, bunu nezaket içeren cümlelerle dile getirir, çok hoş iltifat ederdi. Kendisi de iyi giyinmeyi severdi. Ismarlama elbiseler diktirirdi. Hiç hatırlamıyorum yatak kıyafeti ile yada eşofman türü giyimlerle oturduğunu. Her zaman şık ve derli topluydu benim babam. Bize de bunu öğütlerdi. Özellikle namaz kılacağınız vakit en güzel giyisilerinizi giyinin derdi. Sevgili ile görüşmeye benzetirdi namaz vakitlerini. Değneklerle yürüdüğü için su ile abdest alamazdı. Uzun yıllar teyemmüm ile kıldı namazını . Ezanı can-ı gönülden bekler, okunduğu vakit yavaş adımlarla sandalyesine yönelir, huşu ile ağır ağır kılardı. Onu seyrettiğiniz zaman namaz kılasınız gelirdi. Bizi de acele kılmamamız konusunda uyarır, lezzetini duyun derdi.
Geceleri uykum kaçtığında sık sık uyanık görürdüm onu. Ya namaz kılıyor ya da kitap okuyor olurdu. Elinde tespihi, dudağında mırıltısı, yanına gediğimde yüzünde beliren tebessümü , gözlerini yumarak “Hoş geldin kızım” der ifadesi ve uygun ilk anda sevgi ile dökülen kelimeleri…
Nasıl bir insandın sen babacığım…
“Hayat îmânla ebedîdir. Yoldaşın îmân olursa ölmezsin.” (Mesnevî, )