Yıllar önce eski Diyanet İşleri Başkanı’mız Ali Bardakoğlu söylemişti. Ardından da ilave etmişti: “Çünkü namaz Allah’ın huzuruna kabul edilmektir.”
Burada bir dakika duralım ve düşünelim bu tespit üzerinde; doğru değil mi? Beşeri münasebetlerde de böyle değil midir? Randevu istenilen makam randevuyu vermezse, görüşme imkânı var mıdır o şahısla? O huzura sizi kabul etmezse illa o zatla görüşeceğim, konuşacağım demen ne mana ifade eder? Kaldı ki şu an bahse medar olan ne bir kaymakam, ne bir vali ne de daha yüksek rütbe ve makamlara sahip bir fani şahıs; aksine kâinatın yaratıcısı Allah (cc).
Buradan hareketle ağır aksak da olsa namaz kılan bir insan öncelikle huzura kabul edildiği için, o imtiyaz kendisine tanındığı için şükretmelidir. Zira istedikleri halde o ölçüde olsun alnını secdede seccade ile buluşturamayan insanlar var. Daha ötesi inandım dediği halde ne namaz, ne oruç ibadetin hiçbir formu gündeminde yer etmeyen müminler var.
…
Pekâla namaz ödev değil midir? Tabii ki ödevdir, tabii ki vazife vecibedir. Namazın bir mükellefiyet olarak bize sunulması, ayetlerle emredilmesi, Efendimiz’in tatbikatı ile ‘nasıl’ının bizlere anlatılması bunu gösteriyor. Ama Bardakoğlu hocamızın baktığı perspektif namazın imtiyaz yönünün ödev, vecibe ve vazife boyutunu bastırdığını ifade ediyor ,buna vurgu yapıyor.
Son olarak “O’nun huzurunda O’nunla iletişim kurmak az bulunur bir fırsattır.” diye bağlıyor sözlerini hocamız. Doğru. Kul olarak bize düşen de bu ‘az bulunur fırsatı’ hem dünyamız hem de ukbamız adına değerlendirmek değil midir?
Ahmet Kurucan