Küçük bir pencereden bakmayalı ne kadar zaman oldu? Yaşanan bir masalı, bir akışı, bir serüveni izlemeyeli; içimize hayatı doyasıya çekmeyeli ne kadar zaman geçti?
Yoksa, pencerelerimiz ardına düşen, artık bir masalı anlatmayan, bir türküyü terrennüm etmeyen zamanlar hiç geçmedi, hiç değişmedi mi?
Evlerimiz küçücük bir pencereyle açılırdı bir zamanlar dünyaya ve neler neler sığardı o küçücük pencereye. Körebe oynayan çocuklar, mızıkçı çocuklarla yapılan kavgalar, annesinin bütün seslenmelerine rağmen oyunu bir türlü bırakmayan çocuğun umursamaz tavırları… Torununun oyununu seyreden dedelerin artık “bir varmış bir yokmuş” ömrünü bastonuyla sürüklemeleri, baston tak-taklarına karışan ezan sesleri… Anaç tavuğun kesinlikle düşman gibi görünmeyen evin kedisine horozlanmaları…
Ve tüm bunları kaneviçeli, dantelli örtülerin delikleri arasından, sardunyaların ve erik yapraklarının izin verdiği ölçüde izlerdiniz. İşte o aralıklarda dünya kare kare büyür, genişlerdi.
Zehra Korkmaz’ a ait bu sıcacık satırları okuduğumda hayata pencere önünden baktığım zamanlar geldi aklıma
İlk 5 yaşındaki halimi hatırladım.
Pencere önündeyim,
Dışarıda kar kış.
Elimde günlük gazetenin bir eki.
Karikatürler var sayfanın alt köşesinde, cam önünde el işi yapan annemin yanına geliyorum ve okumasını istiyorum .
Annem okuyor, gülüyoruz…
Camdan dışarıyı gösteriyor bana,
Komşumuzun benden büyük kızı ve oğlu okul servis aracına biniyorlar.
“Sen de seneye okula başlayacaksın onlar gibi ve kendin okuyacaksın artık” derken yüzümü avuçları arasına alıp gözlerimin içine sıcacık bakıyor, gülümsüyor.
Cama dayıyorum burnumu, mavi renkli bir arabaya biniyorlar.
Nefesim buğuluyor camı.
Siliyorum …
Camda avuç izlerim…
Araba hareket ediyor ağır ağır, köşeyi dönüp gidiyorlar.
Ben, okula gittiğimi ve okumaya başladığımı hayal ediyorum cam önünde,
mutlu oluyorum.
Bir sağ bacağımda bir sol bacağımda seke seke evin içinde koşturuyorum.
Çocukluğumun Ramazan günleri geliyor aklıma,
İftar saatlerinde cam önünde ezan sesini beklediğim heyecanlı anları….
Gözlerim minarenin şerefesinde, dilimde dua “allahümme inneke afifun kerimun tuubbun affe fafu anni”.
Ve ALLAHUEKBER sesi ile yemek odasına çığlık çığlığa koşturuşum…
Sahur vakitlerinde sokağımızdan geçecek olan davulcuyu bekleyişim
Gördüğümde sevinişim
Halamın penceresindeki kuşlar.
Sürü sürü….
Kulaklarımda kanat sesleri…..
Cam önünde , minik avuçlarıma koyduğum yemleri gelip yesinler diye saatlerce bekleyişim
Gelmeyişleri
Beklemekten sıkılışım
Pencere pervazına bırakıp odaya dönüşüm,
Yeşil kanepeye oturduğum anda kuşların yeniden cama gelişleri
Bu gel git lerle oyalanışım
Mesaisi uzun sürdüğü saatlerde
Cam önünde babamı bekleyişimiz…..
Sırtımızdaki hırkaları, annemizin sıcacık kolları sarmış.
Bekliyoruz babacığımı getirecek araba köşeden görünsün diye.
Araba geliyor,
Babam iniyor ,
Gözümüzden akan uykular birden siliniyor
Koşa koşa kapıyı açıyoruz
Babacığım daha ayakkabılarını bile çıkaramadan
Heyecan içinde , o gün ne oldu ne bittiyse ,
Kardeşimle “önce ben anlatıcam” diye yarışıyoruz.
Bacaklarına sarılıyoruz
Kardeşim hemen omuzlarına çıkıyor
Ben kucağındaki yerimi almışım
Babam fabrika kokuyor
Babam yorgun
Ama bizi dinliyor
Babaannemin penceresi önünde saksılar
Bahçesindeki güller, ortancalar, fesleğenler
Minik çakıl taşları…
Ya sizin cam önleriniz?
O pencereden hayata bakarken gördükleriniz?
Kim bilir neler, neler…
28/01/2005 Rana
Bir baba pek çok şey ile birlikte kızını da unutmaya başladı ise…
İçte bıraktığı acı çok büyük…
Dün akşam oğlumla birlikte masada çalışıyorduk.
Sevgili babam gelip yanımızdaki sandalyeye oturdu ve “Rana nerde” diye sordu bana
İlk önce kız kardeşimi soruyor sandım, “Esra mı?” diye yanıtladım.
“Hayır Rana yı soruyorum” oğlumu göstererek “Aziz in annesini soruyorum” dedi.
Şaşırmıştım.
Ben ile birlikte odada bulunan annem ve oğlum da aynı şaşkınlık içindeydiler.
“Babacım benim, Rana” dedim
Babam gözlerini kaçırdı ve bir süre sustu. Sonra “Ben iyi değilim galiba” dedi
“Aman babacım üzülme, hepimiz de var unutkanlık” diye teselli vermeye çalıştımsa da üzülmüştü. Fark etmişti bulunduğu hali.
“Biliyormusunuz son günlerde dayımın suretini görüyorum içerdeki odada” dedi ve kalktı yerinden. Bahsettiği odaya ağır ağır, iki büklüm, değneğine dayanmakta güçlük çekerek gitti ve geri geldi. “Yok.. Hayalmiş, birkaç gündür görüyordum oysa” dedi.
Dayısı 70 seneden fazladır vefat etmişti…
Alzheimer hastalığının gün geçtikçe ilerlediğini biliyordum .
Beni de unutmaya mı başlamıştı…Bu hayaller normalmiydi…
Fakat o nezaketli naif ruhlu babam “Seni tanımamam normal tabi, karşımda güzel bir bayan oturuyor sandım. Gözüme bir başka güzel göründün”diye iltifat ile birlikte gönlümü alma gayreti içine girdi.
Ah biricik babacım, çınarım, ömrü hayırla dolu mübarek adamım..
Anne babaların görevi çocuklarını mutlu etmek değildir. Anne babaların görevi çocuklarını dünya ve ahiret hayatına hazırlamaktır. Sorumluluk vermezseniz hiçbir zaman sorumluluk sahibi olamazlar. Yapmayın, yıkın işi üstlerine mecbur yapacaklardır. Her şeye yetişmeye çalışıp mükemmel anne, mükemmel aşçı ve mükemmel eş olmaya uğraşmayın. (Eşinize iyi bir sevgili olmaya uğraşın.) Yoksa erken yaşta yaşlanır, mükemmel bir depresyona sahip olursunuz. Benden söylemesi.
(Sema Maraşlı)
Satırları okuduğumda, bu nasihatlere ihtiyaç duyan ben ile beraber kaç bayan arkadaşım olduğunu düşündüm. Hatta ardından gelen bir iki gün içinde bu kelimeleri kaç kişiye nakletmem gerekti… Çok, hemde çok kişiye.