Çocuk yetiştirmek sanattır. Bu sanatı en iyi şekilde yerine getirenler ise hiç şüphesiz anne babalardır… Ki onlar aynı zamanda çocuk yetiştirme bilmecesinin de en önemli parçasıdırlar. Bu bilmecede joker, babalardır. Geleceğin babaları şimdinin gençleridir. Bu bilmecenin jokerini en iyi şekilde kullanmak ve gençlerin şifresini çözmek mi istiyorsunuz?
O zaman iyi babalar yetiştirmek ve bu bilmeceyi daha rahat çözmek için, lütfen “Oğlumu Yetiştiriyorm”a bir göz atın. Çünkü bu kitap; anneler, babalar, oğullar ve yolu erkek çocuklarla kesişenler için yazıldı.
…eski Türk filmlerinde vardı… Hulusi Kentmen’in canlandırdığı, oğullarını döven baba tiplemeleri…
Ortalama her filmde; hatta aynı film içinde farklı nedenlerle oğullarını döverdi… kimini çapkın olup kadın peşinde koşturduğu için… kimini kumar oynadığı için…
…anlamadığım şey, neden “Düşünen” evladını da dövdüğüydü babanın…!
“…devleti kurtarmak sana mı kaldı…? Sistemi eleştirmek sana mı kaldı…? Sen kim sistemi eleştirmek kim…?” diye de hırpalıyordu oğlunu.
Kendi babamı düşünüyorum… bize sürekli sorgulamamızı tembih ediyordu… “Yavrularım… sorgulayın… hayatı sorgulayın…” diyordu… “Yaşadığınız hayattı sorgulayın… kainatı sorgulayın… insanı sorgulayın… bu hayatın öncesini sorgulayın… hayatın sonrasını sorgulayın… sorgulamadan yaşadığınız bir hayat, sorgulamadan taşıdığınız bir düşünce hiçbir değer taşımaz… sorgulayın ki herhangi bir şeyi kabul ederken, kabul ettiğiniz şeyin ne olduğunu bilerek kabul edin… ve yine sorgulayın ki, reddettiğiniz şeyin ne olduğunu bilerek red edin… aksi halde koyundan farkınız kalmaz… koyun gibi davranmak insan onuruna yakışmaz… sorgulayan bir beyinden hiç kimseye zarar gelmez… ne kendinize ne de çevrenize… ama sorgulamıyorsanız, bir ömür boyu taşıdığınızı sandığınız düşünceler, aslında sadece bir dayatma olacak… hiç birisi ‘değer’e dönüşmeyecek… ben evlatlarımın düşünmeyen, düşünce sistemleri gelişmemiş çocuklar olmasını istemiyorum… beni seviyorsanız, beni memnun etmek istiyorsanız sorgulayın insanı… hayatı… kainatı… öncesini… ve sonrasını…” diyordu.
…
Mailler atıyorsunuz ya “Mehtap Hanım… olaylara bakış açınız çok güzel… çok değişik… çok farklı… nerden bakıyorsunuz… nasıl değerlendiriyorsunuz…?” diye.
…işte buradan…
…yani geçmişten gelen bir sorgulama sistemiyle… her şeyi sorgulayarak hem de… sorgulanmış/sorgulanmamış ne varsa üzerinde düşünerek… bulunmuş/bulunmamış ne kadar cevap varsa, her soruya kendi cevaplarımı bularak sorguluyorum ben…
…çünkü benim Hulusi Kentmen’in canlandırdığı karakterlerde olduğu gibi sisteme dokunmaktan korkan bir babam olmadı… hayatının her iki evresinde de, içinde bulunduğu hayatı sorgulayan ve değer yargılarını oturtmuş bir babam oldu… evlatlarının korkularından korkmayan… bu korkuların insani olduğunu düşünen… sadece iyi bir klavuz olması gerektiğini bilen bir babam vardı…
…çünkü babam insan psikolojisini gerçekten iyi tanıyordu… insanın ihtiyaçlarını biliyordu… insanda neyin olduğunu… bu olanlardan neyin çıktığını aklediyordu… tam da bu nedenle büyüme dönemlerimizin tüm doğal ihtiyaçlarını karşılamamız için bize yardımcı oldu… annemle birlikte sağlıklı büyümemiz için ne gerekiyorsa yaptı…
…çünkü benim annem ve babam, bizi sağlıklı yetiştirmenin tek koşulunun, ballı sütler içirmeleri gerektiği olduğunu düşünmediler… yerine göre bir çocuk soğan ekmek de yer… karnı doyar… ama bilgi ile donanmazsa beyin hücreleri ölür diye düşündüler… tam da bu nedenle önce kendileri sorguladılar hayatı… sonra bize öğrettiler nasıl sorgulanacağını… ve vücudumuzu büyüten besin maddelerinin yanında, daha değerli bir hediye verdiler bize… beynimizi kullanmayı öğrettiler… aklımızın sağlıklı bilgiye ulaşması için bilgi ile donanması gerektiği gerçeğiyle buluşturdular…
…çünkü bize okumamızı önerdiler… kendileri okuyarak ve bizimle okuduklarını konuşarak sevdirdiler okumayı… hiç korkmadan, ayrım yapmadan okumamızı istediler… biliyorlardı ki sürekli okuyan insanlar, bir süre sonra kendi şablonlarını oluştururlar… okuyan insandan zarar gelmeyeceğini biliyorlardı… tam da bu nedenle düzenli bir şekilde okumamızı sağladılar…
…çünkü okuyarak insan ne olur ki…! bizim ülkemizde zaten ya -din düşmanı olmayan- iyi bir solcu… ya iyi bir Müslüman… ya da ideolojilerden uzak ama iyi bir okuyucu…
…okuyan/düşünen/sorgulayan insandan kimseye zarar gelmez sevgili okurlar…
…okuyan insan “TARAF” olur evet… ama kendi hayatını üzerine kurmak istediği ideolojinin tarafı olur… okuyarak, sorgulayarak, bilgi ile donanarak “Taraf” olan kişiden kimseye zarar gelmez…
…ama okumadan koyun gibi güdülerek “Taraf” olmuşsa…? –ki bu durumda bir kavram kargaşası vardır. Çünkü bu durumun adına başka bir şey derler- işte o zaman kötü… çünkü öyle bir durumda “taraf” olmaz… sadece “FANATİK” olur o kadar… fanatiklerin de neler yaptığını hepimiz biliyoruz zaten… bir futbol takımının fanatiği olunca stadyumları kırıp geçiriyorlar… ideolojinin fanatiği olunca da cadde ve sokakları…
…çünkü okuyarak, bilgi ile donanarak, sorgulayarak taraf olanlar cidden zarar vermezler… çünkü taraf olmayanlar, bertaraf olacaklarını bilirler… çünkü “farklı olanla birlikte yaşama” prensibi isteseler de istemeseler de bilinçaltlarına yerleşir. İster A düşüncesine sahip olsun, ister B düşüncesine hiç fark etmez. İnsan olma paydasında buluşur, birlikte yaşamanın bir yolunu bulurlar. İnsan değerlidir okuyanlar için… insan önemlidir… insan kıymetlidir… hele insan olmak… inanılmazdır…
…
Diyorum ki… açıkçası okuyarak, bilgi ile beslenerek ve sorgulayarak büyütüldüğüm için, sizi etkileyen şeyler yazabiliyorum bence… bunları da niçin söylüyorum biliyor musunuz sevgili okurlar… aranızda anne/babalar ve anne/baba adayı gençler var biliyorum… lütfen evlatlarınıza düşünmeyi öğretin… düşünmekten korkmamaları gerektiğini de…
…çünkü düşünceden uzaklaşınca… sistemi eleştirmekten uzaklaşınca… bildiği ve sağlıklı bilgi ile ulaşılmış doğruları savunmaya başlayınca korkuyoruz biz Türk milleti… militan mı olacak başımıza diye… olsun…! Herhangi bir düşüncenin savunucusu olsun…!
…çünkü herhangi bir düşüncenin savunucusu olmayınca… herhangi bir ideolojiye yaklaşmayınca, hamburger ve colaya yaklaşmaya başlıyorlar…! Amerikanvari düşünüyorlar…! yani anlayacağınız gibi düşünmüyorlar 🙂 düşünemiyorlar…! Sadece dans… sadece müzik… sadece eğlence… sadece cinsellik… sadece “…ohaaa falan oldum yani”den öteye gitmeyen bir durumla donanıyorlar…
…sonuç…?
Hüsran… evet… sonuç hüsran… geçmişte evrensel meselelerden dolayı tartışan gençler, günümüzde kız meselesi nedeniyle cinayet işliyor… sevgilisiyle rahat rahat ilişki yaşamak için kendi öz anne/babasını öldürüyor… paranın saadet ve mutluluk getireceğini zannettiği için, üç kuruşa bedenini satıyor… gayrimeşru yollardan bedenine giren bebeğini çöp sepetlerine atıyor… eroin, uyuşturucu, madde bağımlısı oluyor…
Ne yalan söyleyeyim… bir gün bir çocuğum olacaksa, şansımı “düşünen” evlattan yana yaparım… “sorgulayan”… hayatına dair sağlıklı bilgileri okuyarak edinen bir evladım olsun isterim… A düşüncesine sahip olur veya B… bence hiç mi hiç fark etmez… aslında elbette benim değerlerime sahip olsun isterim… çünkü benim yaşamımı belirleyen değerlerin çok evrensel doğrular olduğuna inanıyorum… ama benim sınırlarımın bittiği, kendi sınırlarıyla devam edeceği hayatında öncelikle ilkeler olmasını isterim… prensipleri olmalı… hayat karşısında bir duruşu… değer yargıları… paranın satın alamayacağı değerlerle donanmalı… işte o zaman “insan” yetiştirdim diyebilirim…
…ve son olarak…
Kuru kuruya evlat istemekle olmuyor… biliyorum…! O çocuğun anne/babası olmayı başarmak lazım… düşünen/ sorgulayan/ hayata söylenecek sözleri olan/ prensip sahibi/ donanımlı/ okuyan/ araştıran/ merak eden/ önyargısız/ dengeli/ kişilikli anne-babalar olmak lazım…
Sevgiyle kalın…
Mehtap Kayaoğlu
Çocuk eğitimi konusunda tereddütleriniz mi var?
Karşı karşıya kaldığınız sorunlarda çözüm önerileri mi arıyorsunuz?
Bir uzmanın desteği için Pazartesi, Salı ve Çarşamba günleri 09:30’da Uzman Pedegog Adem Güneş’e kulak verin.
Güneş, Anadolu Pedagojisi adını verdiği kendi yaklaşım tarzı ile çocuk ve ergen psikolojisi üzerine mutlaka dinleyip gözönünde bulundurmanız gereken ipuçları veriyor; dinleyenlerinin, programla niçin daha önce tanışmamış olduklarını sorgulamalarına sebep oluyor. Bildiğiniz yanlışları sürdürmemek ve insan yetiştirme gibi önemli bir konudaki ‘doğru’ları uygulayabilmek adına daha fazla geç kalmamak için Çocuk Deyip Geçmeyin’in düzenli bir dinleyicisi olmanızı şiddetle tavsiye ediyorum.
Burç FM 88.8
“Her şey ben ilkokula yazıldıktan sonra başladı. Bir akşam evde ders çalışırken annemin bana tuhaf baktığını fark ettim. Yazdıklarımı dikkatle inceledikten sonra mırıldandı. Az sonra elinde düz beyaz bir kağıtla çıkageldi.
“Bir ağaç çiz” dedi, bana.
Çizdim. Önce köklerini, sonra aşağıdan yukarıya doğru gövdesini ve daha sonra dallarını ve yapraklarını… ben çizerken annem “Allah Allah” diye söyleniyordu. Sonra kendisi bir tane çizdi. Önce kalın bir gövde, sonra dallar ve yapraklar, en son kökler… Ne fark eder ki?..
Sonra yazı yazdırdı. Yazdım. Hemen yanına kendisi yazdı. Baktım B’leri, D’leri, N’leri benimkilere benzemiyor. Onunkiler ters.
Sabah ayakkabılarımı bağlarken (ben hala bağlayamıyordum)
– “Öğretmenin bu yazdıklarına bir şey demiyor mu? diye sordu. Zaman zaman bana kızdığını söyledim. Tahta da yazılanları deftere geçirirken zorlandığımı, gecikince de “Tembel” diye fırça yediğimi anlattım.
“Niye zorlanıyorsun?” diye sordu annem.
“Çünkü tahta da yazılanlar da senin gibi…” dedim. “Ters aynı…”
Öyleydi gerçekten de, benim “ev” diye yazdığımı sınıftakiler “ve” diye okuyorlardı. N’leri, P’leri, K’ları ters yazıyorlardı. Herkesin sağ bildiği benim solumdu.Tahtadakileri defterime geçirirken düzeltmeye çalışıyordum. O yüzden gecikiyordum.
O gün öğleden sonra annem okula geldi. Öğretmenle bir şeyler konuştu. Ertesi günde kapısında “Davranış Bilimleri Enstitüsü” yazan bir yere götürdü.
“Bak bu abla doktor. Seninle biraz konuşacak” dedi. Güler yüzlü bir abla adını söyleyip tokalaşmak için elini uzattı. Uzattığı eli tersti. Tokalaşamadık. Sonra o da bir şeyler yazıp çizmemi istedi. Bunun çocuklarda çok sık rastlanan bir sorun olduğunu söyledi. O sözcüğü ilk kez orada duydum…. DİSLEKSİ….
Doktor dönüp arkasındaki dosyalardan bir kağıt çıkardı.
– “Bu çizimler ve yanındaki notlar Leonardo da Vinci’ye ait” dedi. Yazılar bana çok tanıdık geldi. Benim gibi düz yazan birini bulmuştum işte.Sonra masanın üstündeki aynayı elindeki kağıda tutup bize gösterdi.Annem hayretler içinde kaldı.Notlar onların diline tercüme edilmişti sanki. Ayna bir şifre çözücü gibi düzeltmişti yazıları… doktor abla bunun bir hastalık değil, bazı çocuklar da rastlanan türden bir bozukluk olduğunu anlattı uzun uzun. Disleksilerin bazı harfleri ve sayıları ters yazdıklarını, ancak bunun bir zeka eksikliğinden kaynaklanmadığını, hatta tersine, disleksil çocukların çoğunda üstün zeka saptandığını söyledi.
Edison’un, John Lennon’ın, Michelangelo’nun, Steven Spielberg’in, Prens Charles’ın, J.F. Kennedy’nin disleksil olduklarından söz etti. Yine bir disleksil olan Einstein’ın okumayı 9 yaşında söktüğünü ve normal okulda başarılı olamayınca da babası tarafından askeri okula yazdırıldığını anlattı.
– “ Bu saydığım isimlerin hepsi birer dahi idi. Bize göre ters yazmalarına itiraz edilmediği, tersine hoşgörü ile bakıldığı için dehalarını kanıtlayabildiler.” dedi. Çıktığımızda hastalığımı sevmeye başlamıştım. Yanılmamıştım işte. Ben değildim ters yazan onlardı…. farklılığımdan utanmamaya başladım. Ertesi gün okula cebimde bir ayna ile gittim. Ayna benim tercümanım olmuştu adeta. Yazdıklarımı onların diline çeviriyordu.Onların yazdıklarını da benim için düzeltiyordu.
Ancak o gün resim dersinde koptu kıyamet. Öğretmen hepimizden bayrak çizmemizi istemişti. Bir ay yıldız çizip, boyayacak ve sıramızın üzerine asacaktık.Önce yıldızı çizip, yanına bir hilal kondurdum. Sonra öğretmen tepemde bitti.
“Bu hilal ters” dedi.
“Hayır, düz “ dedim. Kağıdı önümden çekip, sınıfa gösterdi.
“Sizce bu hilal ters mi, düz mü?” diye sordu. Çocuklar hep bir ağızdan “ ters, ters” diye bağırmaya başladılar.Öğretmen tahtaya kalkıp doğrusunu çizmemi istedi.Kalktım, çizdim. Sınıf katıla katıla gülüyordu. Öğretmen “bak yine ters yazıyor” diye bağırdı. “Sen benimle alay mı ediyorsun? Bu ülkenin bayrağını ters çizemezsin herkes gibi çizeceksin” diye gürledi. Korkarak cebimden aynamı çıkardım. Tahtaya doğru tutup bakmalarını istedim. Aynaya yansıyan görüntü tam onların çizdiği gibiydi. Tersti.Aldırmadılar… hem alay ediyor, hem öfkeyle “Düz çiz… düz çiz” diyordu. Öğretmen, elimi avuçlarının içine aldı ve zorla bana ters bir hilal çizdirdi. Sınıfa döndü “Şimdi düz mü?” diye sordu.Herkes hep bir ağızdan düz dedi.”Haydi şimdi yerine” dedi öğretmen. İşte ben de terstim artık. Sırama doğru yürürken ensemde öğretmenin sinirli ses dalgalarını hissettim. “ Sözümü dinlerseniz, yarın hepiniz birer Leonardo olabilirsiniz” diyordu. Güldüm. Oturduğumda ay, tahtadan ters ters bana bakıyordu.
CAN DÜNDAR
Peygamberimiz, elini yeni doğan bebeğin başına koyarak dua ederdi. Çocuğun doğumundan sonra ziyafet vermek bu duanın toplu yapılması için olduğundan sahabeler yeni doğan bebekler için ziyafet yemeği vermeyi önemserlerdi.
Peygamberimiz sayıların ve günlerin batıllığını bize bildirmekle beraber, çocuğun hayatında bazı günlerde ve yıllarda bir takım olayların başlatılmasını uygun bulur. Çocuğun önemli günlerinden biri de, çocuğun eğitimin başladığı gündür. Bu yaş dört yaşını 4 ay 4 gün gecedir. Peygamberimiz kendisine bir çocuğun doğum haberi ulaştırıldığında bizim sorduklarımıza benzemeyen bir soru sorardı: “Yaratılışı tam mı?” Tam cevabını alınca da onu eksiksiz gönderen Rabbine şükrederdi.
Ne yazık ki, anne olmanın bir okulu yok. Her mesleğin bir okulu var. Okula girmek için önce sınav kazanıyorsunuz, sonra o mesleği öğrenmek için 4 yıl ya da daha fazla süren bir eğitim sürecinden geçiyorsunuz, sonra da mezun olmak için yeterli bilgiye sahip olup olmadığınız sınanıyor. Yeterince çalışmadıysanız, dersleri başarıyla geçemediyseniz, devamsızlık yaptıysanız okuldan kaydınız siliniyor.
Şimdi aynı mesleki şartları anne olmak için düşünelim. Anne olmak için gireceğiniz bir okul olmadığı gibi, annelik sınavı, annelikten sınıfta kalma, annelik bilgisi ölçme süreci ya da annelikten kaydınızın silinmesi gibi bir durum söz konusu değil. Meslek seçiminde göz önünde bulundurulması gereken, kişiliğe göre meslek seçimi ya da yeteneğe göre meslek seçimi gibi bir alternatif de yok anne olmakta. Kişiliğiniz ve yetenekleriniz ne olursa olsun, nasıl olursa olsun, anne olduysanız bunların bir ön şartı yok.
O halde nereden ve nasıl öğreniyoruz anne olmayı? Anne olmayı genlerimizdeki şifrelerden biliyoruz ve kendi annemizi model alarak, anne olmayı geliştiriyoruz. Genlerimizdeki şifrelere ve kendi anne modelimize ek olarak, kişilik yapımız, hayata bakışımız, anneliğe bakışımız, çocuğumuza bakışımız ve çocuğumuzun bize öğrettikleri de anne olma kapasitemizi etkiliyor ve yelpazeyi daha da genişletiyor.
Anne olmayı öğrenmek sonsuz bir süreç. Anne olma deneyimi kadının tüm yaşamına dağılmış ve tüm yaşamım kapsayan bir öğrenme sürecidir. Nasıl çocuk 2 yaşındayken anne de 2 yaşında bir çocuğa anne olmayı öğreniyor ise, çocuk 30 yaşında olduğu zaman da anne, 30 yaşındaki çocuğuna anne olmayı öğreniyor.
Anne hem kendi yaşını yaşar, hem de çocuğunun yaşını
Çocuğumuza 5 yaşındayken olan yaklaşımımızı, o 15 yaşına gediğinde sürdüremiyoruz, zaten bunun imkânı da yok. Bir zamanlar onu kendimiz yedirirken bir süre sonra kendisi yemeklerini yiyor, hatta daha sonraları ne yiyeceğine kendisi karar veriyor. Bir zamanlar onu biz giydirirken zamanla kendisi giyiniyor, sonraları giysilerini kendisi seçiyor, daha da sonraları alışverişini kendisi yapıyor, l yaşındayken ninnilerle uyutuyoruz, ! 3 yaşında masal okuyarak uykuya dalıyor, 6 yaşında kendisi uyuyor, 16 yaşında uyku saatlerine kendisi karar veriyor, 19 yaşında sabahlıyor! Önceleri onu biz oynatıyoruz, sonraları kendisi oyun kuruyor, parklarda, kreşte, okulda arkadaşlar ediniyor, yetişkin olduğunda ise hayatın kurallarına göre oynuyor, bizim kurallarımız artık onun için geçerli olmuyor. Yani anneler hayatı iki farklı yaşta yaşıyor.
Anne hem kendi yaşını yaşar, hem de çocuğunun yaşını. Buna bir anlamda empati kurmak da diyebiliriz. Çocuğun yaşına inerek onun hissettiği gibi hissetme, onun düşündüğü gibi düşünme ve onun penceresinden onun gözlükleriyle hayata bakabilme becerisidir empati. Bunu kaç anne yapabiliyor? Sorunun yanıtını vermek oldukça zor. Çünkü bunu becerebilmek çok da kolay değil.
İki farklı yaşta yaşamak, anne olmanın belki de en zor noktasıdır ve hiç bitmeyen bir süreçtir. Karşınızda sürekli değişen, gelişen bir varlık var ve siz onu yönlendirmeye çabalıyorsunuz. Sık sık, “Beni anlamıyorsun” sözünü duyuyorsunuz. Bu da moralinizi ve çocuğunuzla olan iletişiminizi bozuyor. Ne zor değil mi? Ancak çocuğunuzun duygularını ister anlayın ister anlamayın, çocuğunuzla ister empati kurun ister kurmayın, anne olduğunuz andan itibaren artık iki farklı yaşta yaşayacağınız kesin.
İşte bu, bir öğrenme süreci. Hiçbir anne bunu bilinçli yapmıyor. Peki, nereden öğreniyor? Çocuğundan öğreniyor. Çocuk annesine, anne olmayı öğretiyor. Annesine gönderdiği mesajlarla, “Bana böyle davranma” ya da “Evet, bana bu şekilde yaklaş” bildirimlerini sunuyor. Burada çocuğun iç dünyasını ve gönderdiği duygusal mesajları doğru okumak çok önemli.
Anneler çocuklarından gelen her mesajı doğru okuyorlar mı? Hayır, çünkü daha önce anne olma deneyimine sahip değiller. İkinci ya da üçüncü çocuğunu yetiştiren bir anne için bu daha kolay, ama ilk çocukta her anne zorlanıyor, çünkü daha önce de belirttiğim gibi, anne olmanın okulu ve öğretisi yok. Anne olmak, yaşandıkça, çocuğu tanıdıkça ve bu ilişkiye, bu i-letişime ve bu deneyime önem ve değer verdikçe, zaman, sevgi ve ilgi yatırımı yaptıkça öğrenilen ve gelişen bir beceri.
Anne olmayı öğrenme sürecim engelleyen ve anneleri sık sık zora koşan unsur, hem kendi hem de çocuğun yaşında olma hali. Hem 25 yaşında olacaksınız hem 5, hem 30 yaşında olacaksınız hem 10. Bu, anne olan her kadın için çelişki oluşturan bir süreç; durumun ilginç yanı ise, bu sürecin hiç noktalanmayan, sürekli ileriye doğru giden bir süreç olması. Eğer siz de kendinizi çelişkiler yumağında hissediyorsanız bilin ki bundandır. Hayatın iki ayrı noktasında olmanız gerekiyor. Üstelik değişim gösteren, değişen sadece çocuğunuz değil, siz de sürekli değişim içindesiniz. Sürekli değişim gösteren bu iki organizmanın, bu iki duygu küpünün ortak noktalarda buluşması sadece ve sadece sevgi ile oluyor ve tabiî ki doğru bilgiyle.
(www.biruya.com)
Anne-babalar, öğretmenler çocukların okumaya bir an önce geçmeleri için heyecanla çabalar. Okumayı söken çocuğun daha sonra dakikada kaç kelime okuduğu merak edilir. Halbuki okumayı sevdirebilmek adına kitabı ve okumayı eğlenceli bir hale getirmeli. Çocuk kitaba odaklanabilmeli ve okuduğunu anlayabilmeli.
Severek, içten gelerek yapılan davranışlar kolaylıkla alışkanlığa dönüşürken, zorla yaptırılanlar ise amacına ulaşamaz. Bu sebeple okuma alışkanlığını yerleştirmek için çocuklarımıza okumayı sevdirmekten başka çaremiz yok. Peki okumayı nasıl sevdirebiliriz? Okumayı sevmek öncelikle ailede, devamında ilkokul sıralarında oluşan bir tutumdur. 2-6 yaş döneminde annenin doğru tonlama ve zengin mimikle okuduğu hikâyeler, çocuğun zekâ ve duygusal gelişimine katkıda bulunduğu gibi, okuma sevgisinin de temellerini oluşturur. Kitap okuma zamanında ebeveyni ile eğlenceli vakit geçiren çocuk, duygusal hafızasında ikisini bir kodlayarak kitap okumayı eğlenceli bir etkinlik olarak algılar. İlkokul birinci sınıfa başladığında ise sınıf öğretmeninin yaklaşımı çocuk için çok önemlidir. Öğretmen, çocuk bir an evvel okumaya geçsin diye bireysel farklılıkları dikkate almadan aşırı yükleme yaptığında çocuk okumaya karşı olumsuz bir tutum geliştirmeye başlar. Öğretmenin ilk amacı sevdirerek öğretmek olmalıdır.
Günümüzde çocuk, öğretmen ve veli, ilkokul birinci sınıftan itibaren bir yarışın içinde yer alıyor. Rekabet ortamının başarıyı artıracağını düşünenler olabilir. Ancak çocuğun gelişim özellikleri, öğrenme becerileri dikkate alınmadan haksız rekabet ile erken dönemde kendini içinde bulduğu bu yarış ortamı, çocuk üzerinde gerginlik ve stres doğuruyor. Bu durum, çocuğun okula ve okumaya karşı olumsuz tutum içerisine girmesine neden oluyor. Ve böylece arkadaşlarından geride kalmayı duygusal olarak kaldıramayan çocuk, tepkisel davranıp ders çalışmayı, kitap okumayı bırakabiliyor. Stres ortamı içindeki çocuğun sakin ve mutlu olması, okuma ve okulla ilgili pozitif duygular içinde olması beklenemez. Bu sebeple, özellikle ilk yıllarda öğrenme ortamının stres ve kaygıdan uzak, her çocuğa başarı şansının verildiği bir ortam olması önemlidir.
Okumayı söken çocuğun önüne çıkan bir yarış daha var. “Dakikada kaç kelime okuyor?” Okulda öğretmen, evde anne-baba çocuğun bir dakikada kaç kelime okuduğunu hesaplayarak hızlı okumaya teşvik eder. Bu noktada çocuk, anlayarak değil, hızlı okumanın daha önemli olduğu kanısına varır. Daha hızlı okuyabilmek için kelimelerin anlamlarına, vurgularına dikkat etmeden, sonundaki ekleri yutarak, noktalama işaretlerine aldırmadan okumayı öğrenir. Hıza odaklı vurgusuz okumada metnin anlamı kaybolur. Çocuk, anlamadan okuduğu metni şüphesiz ki sevemez. Oysaki okumanın ilk amacı anlamaktır. Anlayarak bilgi edinmek, edinilen bilgileri yaşama aktarmak böylece yaşamı ve yaşama bakış açısını zenginleştirmektir.
Çocuklarımızın okuma davranışını alışkanlık haline getirmeleri ancak okumaktan keyif aldıkları için okumaları ile mümkündür. Bu nedenle çocukların okunulan metni hızla okuyup tüketmeleri yerine çocukların ne anladığına odaklanmak daha doğru olacaktır.
Ailece okuma gün ve saatleri planlayarak, bu zaman diliminde hep birlikte kitap okumak, kitap ile ilgili tartışmak, beğendiğimiz bölümleri dramatize etmek, öğretileri hayata geçirmek için hep birlikte önerilerde bulunmak, kitabı hayatımıza aktarmak için faydalı olacaktır. Bu deneyimleri zevkli hale getirerek çocukların güzel bir alışkanlık kazanmasına yardımcı olabiliriz. Her şeye rağmen okumayı sevdiremediğimiz çocukta dikkat eksikliği, öğrenme güçlüğü, duygusal problemler var olabileceğini düşünerek uzman yardımına başvurmak gerekir.
GÜLTEN İKİZOĞLU PSİKOLOG – Zaman
İslam’a dar bir açıdan bakmayan, dünyayı ve ahireti aynı gözle görebilen,
Yılıp yıkılmayan, ölüleri değil dirileri sayan,
İlme ve zamana değer veren, hak edilmiş diplomalar sahibi olan,
Ebeveynine hak ettikeri saygıyı içtenlikle yapan, akrabaık hukukunu koruyan,
Ümmeti Muhammedle ilgilenen, sosyal bir çalışmaya katılmaya hazır,
Vefa ve güven gibi ahlaki meziyetleri yıpranmamış, kişiliğini koruyan,
Şecaati ve sarahati olan,
İbadete düşkün bir çocuktur.
Not: Nureddin Yıldız’ın Kıblegah Evler Kitabından Alıntıdır.
Öğrencinin okul başarısı üzerinde aile faktörünün oynadığı rolü konu alan Abant İzzet Baysal Üniversitesi öğretim üyesi Süleyman Çelenk’in kaleme aldığı araştırma hayli önemli sonuçlara işaret ediyor. Okul başarısının yarıdan çoğu, ailenin katkısıyla gerçekleşiyor. Araştırmada 3 ana başlık öne çıkıyor. Çocuğun eğitiminde destekleyici tutum gösteren ailelerin çocukları okulda daha başarılı oluyor.
Bu başarıda çocuğun bakımı, şefkat ve korunması öne çıkıyor. Şefkat ve koruma sağlandığı takdirde koruyucu aile yanında kalan çocukların dahi başarısı yüksek çıkıyor. Diğer yandan ailenin okul ile de irtibatlı olması son derece önemli. Ailenin öğretmenlerle işbirliği içinde çocuğuna eğitim desteği sağlaması, başarı halkasını tamamlıyor ve bir bakıma, anne babalar 0-6 yaş döneminde çocukların sadece ihtiyaçlarını karşılayan değil aynı zamanda ilk öğretmenleri sayılıyor.
Aile desteği ve ilgisinden yoksunluk ise akademik başarısı düşük ve sınıfta kalma riski taşıyan öğrencileri diğer öğrencilerden ayıran en önemli etken olarak gösteriliyor. Anne-babanın katı ve tutarsız davranışlarının, aile içi geçimsizliklerin, düşük başarıda önemli bir faktör olduğu söyleniyor. Ailesinden uzakta, yatılı okulda yahut yurtta kalan öğrencilerin aile yanında kalanlara göre daha ağır sorunlar taşıdığına da değiniliyor.
İletişimi kuvvetli bir aile ortamında yetişen çocuğun konuşma becerisinin; cümle uzunluğu, soru sayısı, sözcük dağarcığı bakımından diğerlerine göre daha iyi olduğu ise işin diğer boyutu. Araştırmaların birleştiği sonuca göre; çocuğuna yakın ilgi gösteren, çalışma ortamını düzenleyen ve çalışma programını planlayan, çocuğunun başarısını övücü sözlerle destekleyen, başarısızlığında yüreklendiren anne babaların çocukları çok daha başarı kaydediyor. Ailenin destek ve yardımı başarıda yarı yarıya etkili olduğuna göre nasıl bir çalışma izlenmeli?
Kontrol edin, baskı kurmayın
Ebeveynler okul başarısı için öncelikle çocuklarına sağlıklı bir ortam ve çevre sağlamalı. Çocuğa ders çalışması için baskı yaparken kendileri televizyon karşısına oturmamalı. Televizyonun kapalı, ev ortamının sessiz olmasına dikkat edilmeli. Çocuk çalışma saatleri dışında televizyon izlemek istediğinde seçici olma alışkanlığı kazandırılmalı ve televizyon izlemesine sınırlama getirilmeli.
Okuldan gelir gelmez ders çalışmaya zorlamayın
Çocuğun belirli bir çalışma yeri olduğu gibi belirli bir çalışma saati de olması gerekir. Bu konuda Prof. Dr. Mehmet Aydın’ın velilere tavsiyesi şöyle: “Her çocuğa uygun gelebilecek ideal bir zaman yoktur. Ama kesinlikle olmayacak bir zaman vardır, o da çocuk okuldan gelir gelmez derse oturtmaktır. Bazı aileler, ‘Önce derslerini bitir, sonra oynarsın’ diyerek çocuğu okuldan gelince ders başına oturtmaya çalışır. Oysa çocuk zaten bütün gün okulda ders yapmış ve yorulmuştur. Okuldan gelince sınıfta baskı altında tuttuğu enerjiyi boşaltması, koşması, dilediği gibi oynaması gerekir.”
Odasındaki masada çalıştırın
Evde çocuğun belirli bir çalışma yeri olmalı. Kanepede oturarak, yatağına uzanarak ve televizyon karşısında ders çalışması doğru bir yöntem değildir. Çocuğun odasına bir çalışma masası konulmalı ve burada ders çalışması sağlanmalı. Hiç olmazsa başka bir odaya masa konarak ders çalışmasına yardımcı olunmalı. Çocuğun ders çalışması için çevreyle ilişkisini kesmesi de yanlış bir uygulamadır. Ders haricinde sosyal ve sportif ortamlara katılması ders başarısına yardımcı olur.
Çocuğun sağlık durumuyla yakından ilgilenilmeli
Çocuklardaki işitsel, görsel ve algısal sorunlar okul başarılarının düşmesine neden oluyor. Çocuğun yaşıyla orantılı olarak algısının gelişip gelişmediğini, herhangi bir sağlık sorununun olup olmadığını mutlaka kontrol ettirin. Başarısızlığı nedeniyle uzmanlara getirilen birçok çocuğun, aslında anlama/algılama yollarında sorunlar olduğu, dikkat eksikliği, özel öğrenme güçlüğü gibi rahatsızlıklardan dolayı başarısızlık gösterdiği ortaya çıkıyor. Gerekli tedavinin yapılmasıyla birlikte işler yoluna giriyor.
Öğretmenle sıkı işbirliği kurulmalı
Veli toplantılarına gidilmeli, ayrıca çocuğun durumunu izlemek için danışman öğretmeni yahut sınıf öğretmeniyle sıkı bir iletişim ve işbirliği içinde olunmalı. Öğretmenle geliştirilecek sıcak ilişkiler ve samimi bir bağ çocuğun başarısını artıracaktır.
Çocuğun her istediği yapılmamalı
Her istediği yapılan doyumsuz çocuk hiçbir şeyden mutlu olmamaya başlar. Çocuğa yeteri kadar harçlık verilmeli. Eğer okulda yemekhane ve servis imkanları varsa fazla harçlık vermek doğru değildir.
Okul dışındaki arkadaşları kontrol edilmeli
Çocuğun arkadaş grubu hakkında aile bilgi sahibi olmalı, arkadaşlarının kötü alışkanlıklarının olup olmadığı hakkında öğretmenlerden bilgi almalı, sigara, alkol ve uyuşturucudan çocuğunu uzak tutmalı.
Sorularına cevap verin
Çocuklar bitmek bilmeyen bir soru hazinesine sahiptir. Sürekli soru üretirler. Sorularına cevap bulması çocuğunuzun öğrenmeye karşı ilgisini artıracaktır.
Kardeş veya başka çocuklarla kıyaslanmamalı
Çocuk, ailesi tarafından sık sık ve olur olmaz her yerde eleştirilmemeli. Çocuğun evde ders çalışması kontrol edilmeli. Nasıl ders çalışılacağı öğretilmeli.
Çocuğunuza güvendiğinizi hissettirin
Çocuğunuz kendisinin başarılı olacağına dair inancınızı bilmeli. Eğer çocuğunuzun başaramayacağını düşünüyorsanız çocuğunuz da kolayca bu fikre kapılıp başarısızlığa uğrayabilir.
Çocuğun yanında kavga etmekten kaçının
Yanında kavga edilen çocuk derse ve öğrenmeye ilgisiz kalır. Kafası, aile içi geçimsizlikler ve ana-baba problemleriyle meşgulken öğrenmeyi düşünmesi beklenemez. Eğitiminde başarının anahtarı ailedeki huzurdur.
Hanzade Yücel
Peygamberimiz çocukların hayatlarındaki ilk’lere dikkat ederdi. Bu ilklerden birisi de çocuğun midesine inen ilk gıdaydı. Peygamberimiz, Enes’in annesinden Enes’i doğurduğunda çocuğa süt verilmeden kendisine haber verilmesini istemişti. Enes doğar doğmaz Efendimizin yanına getirildi. Peygamberimiz de bebeğin ağzının içini iyi cins bir hurma ile ovdu yani tahnik etti.
Peygamberimiz diğer önem verdiği ilklerden birisi de çocukların ilk duyduklarıydı.
“Kimin bir çocuğu olur da sağ kulağına ezan sol kulağına kamet okursa, ona Ümmi Sübyan (bir tür çocuk hastalığı) zarar vermez”