Eskiden evimizin resmi çizerken 1 veya 2 katlı, bahçeli, ağaçlar içinde evler çizerdik resim defterlerimize.
Değişen zamana uyarak , çocukların çizimleri epeyce farklılaştı.
Boyu uçaklara kadar uzanan, çevre düzenlemesi yapılmış, çok katlı, asansörlü, kapısında çöp kutusu unutulmamış bir ev.
Dramatik bence…
Anahtarı “…gelip alacak eşyalarını, sonra ben alırım bana ait olanları, sende kalsın” diyerek bıraktı.
Boşandılar.
…. aldı eşyaların bir kısmını
Ve dün akşam anne-babası geldi, kalan son birkaç şeyi daha götürmeye
Evde ölüm sessizliği…
*******************************************
Ne zaman bitmişti ?
Bitene çare yok muydu ?
Kaç kere sallandı bu evlilik, kaç deprem geçirdi ?
Zayıflayan temelleri onarım göremedi m ?
Kaç kere göz yaşı döküldü bu oda içlerinde?
Bilmiyorum…
Hiç anlatmadı ….
Anlatsa bir şeyler değişebilir miydi ? Onu da bilmiyorum….
*******************************************
Dağılan bir evin enkazı arasında dolaştığınız oldu mu.
Umarım olmamıştır…
*******************************************
Çömeldim öylece olduğum yere.
Yerde bir resim…. Ne güzel de gülmüş…
Ne güzel kadındın sen her halinle.
*******************************************
Bileklerimi kesti acının cam kırıkları.
Kanadım sessizce duvar dibinde
29/mart/2006
Rana Çolak
Mesai saati doldu.
Dağınık masama şöyle bir göz atıp solumdaki etejerin üzerinden gazetemi aldım.
Mantomu giyindim, çantama uzandım.
Kapıdan çıkana dek karşıma çıkan arkadaşlara iyi akşamlar dileyip sokağa çıktım.
Mis gibi bir hava…
Soğuk, nemli, dumanlı ve karanlık bir sema.
Oh ! dedim.
Nefes almak ne güzel.
Mantoma daha bir sıkı sarıldım ve servis aracına yöneldim.
Her zamanki yerim, her zamanki gibi beni bekliyordu.
Oturdum…
Radyoda rahatsız edici bir müzik vardı. Çantamdan mp3 playerimi çıkartıp bana daha iyi gelen melodileri dinlemeye başladım.
Aksilik, pil bitti. Yedek pile baktım ki oda bitik halde. Kısmet diyip camdan dışarıya bakmaya ve kulağımı tırmalayan o tuhaf şarkıyı duymamaya çalıştım.
Trafik vardı.
Arabalar , insanlar bir yönden diğer yöne koşturuyorlardı.
Mani olamadığım düşünce akışına daldım.
İnsanların yüzlerine, duruşlarına, yürüyüşlerine, bakışlarına, bazen dalgın hallerine bakıp onların nasıl bir hayat sürmekte olduklarını anlamaya çalışırım hep.
Acılı mı, kavgalı mı, huzurlu mu, mutlu mu, fakir mi, hasta mı, dertli mi, başarılı mı, kavgacı mı, ara bulucumu ..
Acaba şu kadının çocukları var mı ?
Bu adam eşini döven bir adam mıdır yoksa seven mi ?
Şu genç kimle telefonlaşıyor, sevdiği kızla mı, arkadaşıyla mı ?
Montunun önünü kapamamış bu ufaklık, kesin hasta olacak, annesi ilgili bir kadın mı acaba ?
Şu berber kaç saattir böyle boş bekliyor, kazançlı bir gün mü oldu onun için ?
Şu dedenin ağrısı var galiba, acılı duruyor ?
Şu genç kız evine mi gidiyor, onu neler bekliyor, adımları geri geri mi gidiyor yoksa mutlulukla mı?
Turşucu önünde yaşlı bir ihtiyar.
Dükkanın küçük camından içeri eğilmiş, bir şeyler anlatıyor.
Kafasında beresi var ama sırtında neden hırkası yok?
Yok mu acaba?
Unutmuştur belki de sokağa çıkarken almayı.
Kolay olana inandırmaya çalışırken kendimi,
Ayakkabılarına iniyor gözlerim.
Üşüyorum….
Her insan bir dünya, içinde ne gizler saklıyor.
Bana bakan ne düşünüyor kim bilir ?
Ben gibi düşünüyor mu insanlar ?
Anlamaya çalışıyor mu ?
Saçmalıyor muyum?
Olsun, hoşuma gidiyor.
“Evin önünde inmiyim, merkezde inip biraz yürüyüş yapmak iyi gelecek” diye düşünüyorum. Anneme telefon açıp gecikeceğimi ve oğluma yarım saat daha bakmasını rica ediyorum, Allah razı olsun, “merak etme” diyor.
Bir siren sesi…
Neler oluyor ?
Arabalarda bir telaş hali olunca anlıyorum ambulans geliyor.
Önce ışıkları, gecede kızıllık yayıyor.
Sonra sol yanımdan hızla geçiyor.
Acıyor canım.
Ambulans daki hasta yakının suleti buzlu cama yansımış, eğilmiş hastasına bakıyor.
Yüzünü görür gibi oluyor, tıkanıyorum.
Dua yolluyorum…
Şöför hızlı gidiyor, sevmiyorum bu hali, daralıyorum, ilgimi başka yöne kaydırmaya çalışıyorum.
Gök yüzüne bakıyorum yeniden.
Gece karanlığında görünen beyaz bulutlar hoşuma gider, ama yoklar, göremiyorum…
Şöförün hızlı gidişi bana ölümü hatırlatıyor.
Tam o anda ölmüş olduğumu düşünüyorum , korkuyorum hazırlıksız halimden, oğlumu düşünüyorum, beni beklediğini… “yavaşlayalım lütfen” diyorum kaptana, frene basıyor.
Soluklanıyorum.
Ama ölüm çıkmıyor aklımdan. Sahip olduğum nimetleri düşünüyorum tek tek ve tüm bunlar karşı şükranımın ne kadar az olduğunu. Nemleniyor gözlerim, kızıyorum kendime.
Şu koca kainatta bir nokta kadar bile olamayacak ben gibi aciz, kusur dolu, günahkar kuluna bunca nimeti veriyor Rabbim.
Peki karşılığı ?
Benim vazifelerim ?
Başım öne düşüyor, af diliyorum…
Yeni bir niyette bulunuyorum temiz sayfalar için.
Yardım et Rabbim..
Bu düşüncelere boğulmuşken yolun bittiğini fark ediyorum.
26 yıldır yaşadığım semtimdeyim.
O çok sevdiğim semtimde.
Ana caddeden aşağıya yürümeye başlıyorum.
Kulağım sokak seslerinde.
Cadde çok kalabalık, sağa sola koşuşanlar.
İçlerinde kaybolmak hoşuma gidiyor.
Her zamanki kitapçımın önüne geliyorum.
Kapı önüne resimli hikaye kitapları koymuşlar ”1 YTL”
Ucuzmuş.
Oğlum için seçmeye başlıyorum. Üzerinde “3-5 yaş grubu” diyor.
Bebeğim 16 aylık ama yinede seçiyorum bir tane.
Çünkü oğlum seviyor resimlere bakıp annesinin anlattığı şeyleri dinlemeyi.
İçeri giriyorum.
Görevliye kitabı emanet edip üst kattaki kitaplara bakmak istediğimi söylüyorum.
Güzel gülüşlü genç, başı ile tasdik ediyor.
Merdivenden çıkarken duvarlara asılı olan yeni yayınlara göz atıyorum.
Arkadaşımın kitabı da tavsiye edilenlerin arasında.
Ah… Alıp da okumadığım kitaplarım arasında kalmış.
Nasıl bir mahcubiyet hali bendeki.
Stantların içinde önce “aile ve kadın” kısmına yöneliyorum.
Cazip bir şey çarpmayınca gözüme, edebiyat kısmına geçiyorum.
Ortalıkta hoş bir sessizlik, fonda tasavvuf musikisinin tatlı nağmeleri.
“Mor Mürekkep”…
İşte okuyacaklarım listesindeki kitap.
Kaç zamandır “okumalıyım” diyip de almayı unuttuğum kitap.
Arka kapağındaki satırlara göz atıyorum, İşte okunası bir kitap….
CD ler kısmına geçiyorum.
“Minik dualar” ı arıyordum uzun süre. Her gelişimde kalmadığını söylüyorlardı.
İnşallah bu sefer vardır diye düşünüyorum,
Evet orada !
“Oğluşum sevinecek” diye gülümsüyorum.
Kasadaki görevliye cd ve kitabı teslim ederken bir başka kitap çarpıyor gözüme :
“Kalbin Sularında”…
Uzanıyorum, uzanırken o elektriği alıyorum sağ elimden yüreğime.
Arka kapağında yazanlar hoşuma gidiyor,
Ön söze bakıyorum,
Ruhuma dokunuyor.
“Bu da lütfen” diyorum,
Ödemeyi tamamlayıp kapıdan çıkıyorum.
Evime götürecek caddenin başına geliyorum.
Köşede iki okullu kız öpüşüp vedalaşıyorlar.
“Yarınki sınava iyi hazırlan” diyor biri diğerine.
Okul günlerim aklıma geliyor, sınav arefesindeki gergin hallerimi, sokak köşelerinde arkadaşlarımla uzun süren vedalaşmalarımı.
Ne kadar uzak görünüyor gözüme o günler.
Bir rahatlamışlık, bir güven bende.
Okul bitti ya, sınav falan derdim yok artık ne güzel diyorum içimden.
Peki ya o mutlak sınav günü?
Sıçrıyorum rahat halimden.
“İçimdeki bu ses eksilmesin ne olur, hatırlatsın sürekli .
Dalmak istemiyorum rehavete Allahım” diyorum.
Kibar bir bayan şöför yol veriyor, tebessüm ediyorum gözlerine bakarak.
İki kedi dalaşıyor bize inat birbirleri ile
“İndirim”
Dükkanların vitrininde kocaman afişler ,kıpır kıpır oluyor içim.
Biz kadınlara has bir şey bu galiba.
“Baksam mı girip içeriye? ”
Yok Yok kalsın, hem gecikirim hem de gereksiz masraf yaparım.
Karşı kaldırıma geçtiğimde :
“Köşedeki dükkana uğramalı, minik saksılar almalı, lalelerimi ekme vakti geldi de geçiyor, toprak vardı galiba evde.” diye düşünüyorum
Dükkandan içeri girip bakındığımda istediğim türden saksıların olmadığını görüyorum.
Üzülüyorum.
Yarına nasip olur inşallah diyorum kendi kendime.
Yürümeye devam…
Fırının önünde iki adam konuşuyor.
Tam yanlarından geçerken biri diğerine “ne iş olsa yaparım, beni bilirsin” diyor
Zor….
Allah rızkını kolaylaştırsın diyorum içimden.
Tuhafiyenin önünden geçiyorum
Karşıdan 2 kişi geliyor
Biri hararetle yanındakine öyle bir yemin ediyor ki, kızıyorum
Hep kızdım bu kadar iştahlı yemin edenlere
Bir yandan da üzülüyorum
Ve evin önündeyim
Apartmanın kapısını açmam için önce anahtarı bulmam lazım
Peki ama nerede bu?
Ah şu çantamın içinden ne ararsan var….
Fazlalıkları boşaltmalı.
Sonunda anahtar çarpıyor elime
Dairemin önündeyim
Besmele ile anahtarı çeviriyorum
Kapıyı açıyorum
Evim…
Sıcacık…
Çok şükür Rabbim
26-12-2005
Rana Çolak
10 yıl önceki halime benzetiyorum seni” dedi çok sevdiğim bir ablam.
“Bende 10 sene önce yorgun, telaşlı, yeni anne olmuş, kariyer peşinde koşan, sürekli düzen içinde olmaya çalışan biriydim. Sonraları fark ettim ki gereksiz bir savaşın içindeymişim. Keşke yüklendiğim şeylerin bir kısmını eşime verebilseydim”
Sustum bu sözünün üzerine uzun süre.
Bir kadın çalışmalımı, yoksa tüm enerjisini anne olmaya mı vermeli?
“Eğer dayanıklı ise çalışmalı”
Kendi kendime verdiğim yanıt bu oldu sonunda.
”Dayanıklı ise…”
Bunu neden dedim ?
Kariyer, biraz daha iyi yaşam, belki de hayat standardımı alışık olduğum çizgide tutmak için çalışma hayatıma devam ediyorum.
Ama artık anneyim.
Allah bağışlar ise dünyalar tatlısı 16 aylık bir oğlum var .
Aksam saat 6 da eve geliyorum yorgun bir halde.
Beni heyecanla bekleyen oğlumla kucaklaşıp 2 saat boyunca başka hiçbir şeye yönelmeden sadece onunla alakadar oluyorum. Gelişimine katkıda olan oyunlar oynayıp, kitaplar okuyoruz.
Babamız geldiğinde Aziz’i ona teslim edip mutfağa yöneliyorum. Yemek yoksa yapıyor, var ise hazırlıyorum. Hep birlikte yemek yedikten sonra yine oğlumuzla birlikte oluyoruz. Uyku vakti geldiğinde yatırıyoruz. Saat 10-11 oluyor. Bazen 11 buçuk… O saatten sonra 2 çift laf etmeye, mutfağı toplamaya, çamaşırları yıkayıp asmaya yada ütüye veya her yeri dağılmış evi toplamaya yöneliyoruz. Gece yarısından önce uyumak mümkün değil.
Peki ya sabaha kadar kesintisiz uyku…Hiç olur mu öyle şey. En az 2 defa kalkıp yavrunuzla ilgilenmelisiniz. O uyanmasa bile siz otomatikman kalkıp meleğinizin yanı başında buluyorsunuz kendinizi.
Hafta sonraları “derin temizlik” diye tabir edilen işe sıra gelmiş oluyor. Çalışan bir anne olarak bunun için ya eşinizden yada belli periyotlarda size gelen yardımcı hanımdan destek alıyorsunuz. Geriye bir tek pazar kalıyor. Tüm hafta boyunca sokağa çıkmamış yavrunuzu alıp biraz dolaşıyorsunuz. Vaktiniz kalır ise hafta içi için yemek hazırlıyorsunuz. Ertesi gün iş…
Bazen fazla mesaileriniz oluyor.
Bazen konuklarınız geliyor
Bazen hasta oluyorsunuz
Yada evinizin nazlıları eşiniz & bebeğiniz hastalanabiliyor
Bazen sosyal sorumluluklarınızı yerine getirmelisiniz (ziyaretler, tebrikler, katılmanız gereken meclisler gibi)
Bazen de dinlenmek istiyorsunuz, azıcık tatil yapmak gibi
Bazen bir film giriyor vizyona, bazen de güzel bir yaz konseri haberini alıyorsunuz.
Bazen toplantının ortasında “oğlan ateşlendi” telefonunu alıp fırlıyorsunuz sokağa, yüreğiniz kanaya kanaya , kendinize kıza söylene eve koşuyorsunuz.
Arkadaşlarınız var elbette.
Sizi özlüyorlar, çağırıyorlar aralarına. Mümkün değil yetemiyorsunuz, kırılıyorlar size. Hani kalkıp gitseniz 1-2 saat , aklınız bebeğinizde oluyor. Onu da alsanız yanınıza muhabbetten hiçbir şey anlamıyorsunuz.
Sürekli okuma araştırma yapmalısınız geride kalmamak adına. Bunun için gece yarılarını tercih ediyorsunuz
Bazen o kadar yorgun hissediyorsunuz ki kendinizi… Kanepede sadece 10 dakika uzanmaktır istediğiniz, imkansız.
Liste hazırlıyorsunuz YAPILACAKLAR diye. Evdeki post-it panoya asıyorsunuz; (tam 1 sayfa) ne zaman yapılacak diye her önünden geçişte kara kara düşünüyorsunuz.
Kadınsınız…
Eşiniz ne kadar yardımcı olsa da size (sadece kadına biçilmiş sorumlulukları siz daha iyi yaptığınız için belki de) yükün en ağır tarafını tutuyorsunuz.
Faturaları yatırma görevi eşinizin olsa bile siz son ödeme günü illaki eşinizi arayıp hatırlatma ihtiyacını hissediyorsunuz. Çöpü atma görevi onun olsa da, her seferinde çöp kovasını kapı önüne çıkarıp dolduğunu görmesini sağlıyorsunuz.
En önemli görevim anneliğim diyip, her şeye bir tekme savurup sadece bebeğinizle ilgilendiğiniz saatler de oluyor olmasına ama işte benim o post-it panodaki biriken 1 sayfalık işlerim gibi günün birinde karşınıza çığ gibi kabarmış halde çıkıveriyor.
Ve dün akşamki gibi annenizin yaptığı kabak tatlısını yerken “benim oğlum okuldan geldiğinde bende ona sevdiği şeyleri hazırlayıp mutlu eden bir anne olacak mıyım, yoksa bunu hiç yapamayacak mıyım” diye düşünüyorsunuz.
Babanız bu halinizi fark edip “neyin var kızım” diye sorduğunda da
“annemin elinden hazırlanmış her şey çok güzel babacım” diyerek susuyorsunuz.
Böyle bir yürek yorgunluğu işte çalışan anne olmak.
Bu sebeple dedim “eğer dayanıklı ise çalışmalı” diye.
Galiba kadına yakışan en güzel şey, en mükemmel şekilde yaptığı, anneliği…
Bir gün çalışan bir hanım arkadaşım bana dönüp demişti ki
“Çalışan bir annenin çocuğu olarak büyüdüm. O zamanlar dünyanın en kötü şeyinin çalışan annenin çocuğu olmak olduğunu düşünürdüm. Ama şimdi biliyorum ki en zor şey o annenin ta kendisi olmak”
İç acıtan bir tespit.
Ama öte yandan çalışmalıyız da…
Hatta sosyal hayattan kopmamalıyız.
Akıp giden hayatın çok dışında kalır isek bu sefer ömrümüzü adadığımız yavrularımızın, yetersiz gördüğü anneler olmak gibi istemeyeceğimiz ihtimal de var.
Çünkü gün gelecek kendi ayakları üzerinde duracaklar, evden ayrılacaklar, yörüngelerinde dönüp durmamızdan rahatsız bile olacaklar. İşte bu yüzden hayatımızı hiçe saymadan belli bir denge kurmayı bilmeliyiz.
Sonra yaşayamadıklarımızdan pişman olup, “bana bunun bedelini öde, yaşamadığım hayatımın diyetini ver” diye düşünen anneler gibi olmamak, hırçınlaşmamak için.
Bu şekilde düşünen annelerin (bunu direkman ifade etmeseler de) dilerinde dolanan klasik bir sözü vardır :
“Senin için her şeyi yaptım, yemedim yedirdim, giymedim giydirdim, hiçbir arkadaşımı görmedim, kimseyi eve davet etmedim, işimi bıraktım…”
Hep korku duyuyorum ya bende böyle olursam diye.
Yaptığım anneliğe ait o muazzam davranışların karşılığında bir bedel bekleyeceğim içten içe diye.
Bu korku sürekli içimde.
Galiba bahsettiğim gibi olmamak için şimdi yaşadığım yürek ve beden yorgunluklarına katlanıyorum. Dayanıklı olmaya çalışıyorum.
Oğlum “Aziz Mahmud” umu her şeyden çok seviyorum.
Onun her zaman gurur duyacağı bir anne olmak istiyorum.
Ve eminim ki okuldan geldiğinde mutfaktan çıkan mis kokuları da duyacaktır benim oğlum.
“Anne elinden her şey güzeldir” diye düşünecektir
Rabbim ömür versin yeter ki , bunu yaşatmak için zaman bulacağıma inanıyorum.
21/12/2005
Rana Çolak