Herkese kendi rengindedir ölüm. İyi de görünür parlak bir aynada,kötüde. Aynada güzeldir güzelse yüz, çirkin yüz de çirkin elbet. Ölümden korkup kaçıyorsan eğer, kendi çirkinliğindir seni kaçıran. Ölümün yüzü değil çünkü çirkin olan, belki kendi yüzündür de aynada yansımıştır.iyinin de sende büyümüştür fidanı çünkü,kötünün de. Kendi elinle kazandığındır güzel de,hem çirkin de.Her doğan ölür elbet. Çırak ne olmuşsa yerin altında,usta da o olmuştur.Yalnız kalmak istemiyorsan gideceğin yerde eğer. İyilikten,güzellikten, doğruluktan evlatlar, dostlar, yoldaşlar edin kendine şimdiden. Geçip gitmede ömür. Umutlar hep yarın, yarın, yarın. Tükenen zamanı dolduruyor hep kuru kavgalar, boş didişmeler, faydasız gürültüler. Aklını başına al kardeş. Günü, bugün say; ölüm ki kaşla göz arasında; ölüm ki dudakla söz arasındadır.
İskender Pala
Uzey’in karşısında oturan ninesi hep böyle oturuyordu bir başına. Sağ elinde bastonu; robalı, çiçekli elbisesinin belinde kuşağı; bir de başında bir ucu önden sağ yanağına tutturulmuş beyaz tülbenti… koltuğun bir ucuna hani hemen kalkacakmış gibi, hani birazdan gitmesi gereken bir randevusu varmış gibi ilişirdi. Biri gelip de kızacak endişesi hep yüzünde. Fazlalıkmış gibi artık hayatta… yapabileceklerinin bitmiş olduğunu düşündüğündendi. Yaşlanınca insan demek hep boynunu bükerdi. Gitmesi gereken yere istediği vakit gidemediğinden bir suçluluk duygusu üzerinde. Zamanı tayin eden başkası olmasına rağmen yaşlanınca insan hep suçu kendinde arardı demek. Hayatta kalabilmek için ona ihtiyacı olanlar çekildiğinden beri pencereden seyreder olmuştu hayatı.
Uzey ninesinin elinden tutup okşadı. İncecik ellerindeki yemyeşil damarlar kabarmış, dokunduğunda derisi sağa sola kayıyordu. Sarıldı ninesine. “Neden belin bükülmüş?” diye soruverdi.
Ninesi ona gülümsemeye çalıştı. Uzey’in siyah saçlarını okşadı titreyen elleriyle. “Olgunlaşan her şey eğilir” dedi. “Böyle benim gibi, öne doğru… Sapı artık taşıyamaz başağı. Doldukça eğilir, büyüdükçe tanelerin ağırlığından gökyüzünden toprağa yönelir başak. Böyle benim gibi…”
“Ben de olgunlaşacak mıyım?” diye sordu Uzey.
“Evet, sen de büyüyeceksin. Önce dimdik duracaksın. Güçlü olduğun için bütün zorlar karşında eğilecek. Gücünle bükeceksin onları. Zaman geçtikçe olgunlaşmaya başlayacaksın. Hayat seni dolduracak, besleyecek. Alman gerekenleri alacak, gereksizleri bir kenara atacak yetişkin bir insan olacaksın. İşte o zaman sen eğilmeye başlayacaksın. Önce farketmeyeceksin bu eğilişi. Zamanla yumuşayacaksın. Sevgiyi kucaklamayı, hürmetle eğilmeyi, secdenin anlamını çözeceksin. Manen eğildiklerin çoğaldıkça madden eğildiklerin azalacak. Zaman geçmeye devam ettikçe bu sefer bedeninde görmeye başlayacaksın eğilmeyi. Tam olgunlaştığında “vakit tamam” diyecekler sana. Gideceksin. Bir geliş bir de gidiş vakti vardır.”
“vakit tamam
saat durdu, kimininki onda
kimininki ikiye yedi kala
öğle yemeği ocakta
başımda ağrı, yorgunluk sırtımda
çiçekleri sulamalı
bu akşam bitirmeli elimdeki kitabı
ve uyumalı
sabaha erken başlamalı dolanmaya
vakit tamam
borcum vardı s’ye
bir kelam gödermeliydim d’ye
vakit tamam
“ne olur” desem
görmedim daha Atlas Okyanusu’nu
çıkmadım hiç safariye
şöyle doya doya kumsalda bir o yana bir bu yana
soğuk topraklardan sıcağa akmadım daha
yapacak görecek bulacak öğrenecek…
çok eksiğim var
vakit tamam”
“Gelen gider, her gelen birgün mutlak gider Uzey” dedi çizici. “Saati herkesin başkadır, kimsenin saati kimseninkine uymaz.” Anladı Uzey. Bu hayatta hüzündü hep başı çeken. Sıranın geleceğini bile bile yürüyebilmek için hazırlanmak gerekti vakit tamam olmadan.
-Naz-
“Bir Müslüman’a herhangi bir musibet, bir sıkıntı, bir keder, bir üzüntü, bir eziyet, bir gam dokunursa, hatta kendisine bir diken bile batarsa, mutlaka Allah bunları onun günahlarına kefaret yapar.” (Buharî, Marda,1; Müslim, Bir, 52).
İlk 2008-2009 yıllarında fark ettik değişimini. Öyle çok soyutlamıştı ki hayattan kendini. Alakasızlaşmıştı her şeye. Tanıdığım bildiğim babamdan çok farklı idi. Geçici bir dönem olabilir diye düşünmüştük. Çünkü Alzheimer hastalığını hiç bilmiyorduk.
İtirazlarına rağmen hayattan koparmamaya çalıştık onu. Düğün, dernek, merasim, akraba toplantıları, torununun gösterileri… Hep dahil ettik. Odasına çekilip yalnız kalmak isterdi, müsaade etmedik, yanımızda olmasını sağladık. Konuşturma gayretleri içindeydik.
Günden güne değişti. Aydan aya farklılıkları arttı. Ve bir gün evde yine düştü be başını vurdu babacığım. O günden sonra Alzheimer belirtileri daha da netleşti. Hiç bırakmadığı bulmacasını çözmez olmuştu. Kitaplarına elini bile sürmüyordu. Bizimle çok az konuşuyordu.
Yavaş yavaş tükeniyordu. Bir gün yürümeyi de kesti. 3 ay boyunca yataktan çıkmadı. Serum ile besledik.
Allah’ın izni ile yeniden toparlandı. Gözlerini açtığında geçen 3 ayı hiç hatırlamadığını fark ettik. Bir rüyadaydı sanki. Fakat bu sefer uyku sorunları başlamıştı, sabaha kadar uyumuyordu.
Konuşmaları manasızlaşmıştı. Yakın akrabalarımızı, komşularımızı, dünürlerini hatta kız kardeşimi bile ara ara hatırlayamaz oluyordu . Bazen 30 yıldır yaşadığı evini tanımıyor, nerede olduğunu anlamaya çalışıyordu. Kimi zaman da anneme “bizim kaç çocuğumuz vardı” diye fısıltı ile soruyordu.
Bu döneme girdiğinde de dış dünya ile bağlantısını kopartmadık.
Eskiden gezmeyi çok severdi diye hep dışarı çıkardık.
Azıcık kuvvet görsek bedeninde, gezdirdik.
Gazetesini eksik etmedik.
Yine de fayda vermedi…
Tıpkı hayatı yeni öğrenen çocuk gibiydi babacığım.
Alışkanlıklarının değişmesini istemiyordu.
Bazı eşyalara bağımlılığı oluşmuştu. Saati mesela…
İş yerindeki başarısından dolayı hediye edilen bir saati vardı. Sürekli onu arar bulur, sonra saklar, sonra bize aratır, bulunur yine saklar yine aratırdı.
Bir tespihi vardı… O tespihten başkasını kullanmaz. Kaybetmemek için saklar, kaybeder, sonra yine aratırdı. Evden farklı bir yere gitmek istemez olmuştu.
…………
Gerçek olan, rastlanıldığı anda koluna giriverecek denli hazır olmaktır ölüme …
Hazırdı …
Mekanın cennet olsun canım babacığım
Senden sonra yarımım, eksiğim, takatsizim, gözyaşı dökmekteyim…
Beklemedeyim…
Buluşacağımız o günü beklemedeyim .
———-
Peygamber ahlakıyla ahlaklanan canım babam…
Böylesi mükemmel bir insan olduğun için, harika bir baba, fevkalade bir eş oldığun için, ömrümün sonuna kadar seninle hep övünç duyacağım için, bana yaşattıkların için, bana kazandırdıkların için, senin kızın olduğum için mesudum…
Allah’ın sevdiği kullarının insanlar yanında kıymeti vardır. Sen, seni tanıyan herkesin kalbinde en güzel yerde yaşamaya devam etmektesin.
RABBİM SANA RAHMET NAZARIYLA BAKSIN
AMİN
Ölüm ile ilk tanıştığımda 8 yaşlarındaydım.
Babaannem hastanede, babam yanındaydı.
O gece annem kız kardeşim ve beni yanında yatırmış, bizi uyutmuş kendi uyumamıştı. Gecenin bir vakti gözlerimi açtığımda koridor ışığının vurduğu odada babamı baş ucumdaki komidine oturmuş sarsılarak ağıyor görmüştüm. Annem babamın dizlerine sarılmış göz yaşı döküyordu. Babam “annemmmm” diyerek ağlıyordu. Gözlerimi babamın yüzüne çevirememiştim. Sadece inleyen sesini dinliyor, titreyen bedenine bakıyor ve annemin şefkatli sözlerini duyuyordum. O an babaannemin ölümüne değil de –ölüm nedir tam bilemediğimden olsa gerek- babamın acısına üzülüyordum. Yataktan çıkıp babacığıma sarılmak istemiştim ama babam, ağlıyor oluşunu görmemi beklide istemez diye tutmuştum kendimi. Babaannem ölmüştü ve babam annesiz kalmıştı, bu çok can yakan bir şey olsa gerekti.
Ve seneler sonra babamı ebediyete uğurladığımda oğlum bana “Babaları ölen evler büyüyor, yani anne geride kalan bizler büyüyoruz, sen büyüyorsun…” diye teselli verirken aniden on yaş büyümüştüm. Çok canım yanıyordu…
*************************************************************************************************
5 Nisan 2012 Perşembe
O sabah evden ayrılmadan önce annemle beraber doğrulttuk babamı yatağından. Bir avuç kalmış pamuk bedeninin her yanı acıyordu. İncitmemeye çalışarak kanepeye oturttuk. Anneciğim kahvaltısını hazırladı, elleri ile yedirdi. Zor yutkunuyordu. Her lokmasında boğulacak gibi oluyor, güçlükle nefes alıyordu. Birkaç aydır hastalığı artmıştı ve doktorlar güzel şeyler söylemiyordu. Defalarca hastalık geçirip her birini Allahın izni ile atlatmıştı babam. Bu günleri de atlatacak diye umut ediyordum ama yaşlı bedeni ve inleyen sesini duydukça umudum tükeniyordu.
Ayaklarım geri geri giderek evden çıktım, işe giderken gözlerim geride kalmıştı. Annem bu günü nasıl geçirecek, babam nasıl olacaktı. Gün bitip akşam oldu. Babacığım diğer akşamlardan farklı bir halde idi. Bizimle değildi. Başka bir yerlerdeydi. Hemen abdest alıp Kur’an-ı Kerim okumaya başladım. Sürekli okumamı isterdi. “İyi geliyor ” derdi. 2 saat aralıksız okudum. Arada bir titreyen elini uzatıp yanağımı okşuyordu.
Akşam namazından sonra bir iki lokma yemek yedim, biriciğim yiyemedi. Baktık ki babamın temizliğe ihtiyacı var, annemle hizmetini gördük. Hafif dokunuşlarımız bile canını acıtıyordu… Minik çığlıkları kalbimi ortadan ikiye ayırıyordu. Çare olamıyordum, bu çok üzücü bir şeydi. Annem her zamanki gibi “Helal olsun beyim sana” diyerek hizmetini sürdürüyordu. Ben babama onu ne çok sevdiğimi söylüyordum. Üzülmesin istiyordum. Çünkü bilincinin iyi olduğu zamanlarda “Size eziyet oluyorsam hakkınızı helal edin, üzüyorsam, affedin, kötü kelime ediyorsam inanın bilmiyorum, hatırlamıyorum” diyordu. Benim babam hiçbir canlıyı incitmemiş bir adamdı. Hele ki hane halkına olan davranışları…El üstünde tutardı bizleri. Tek bir gün hatırlamıyorum kalbimizi kırdığı.
Tekrar Kur’an-ı Kerim’i aldım elime.
2 yıldır alzheimer hastalığının pençesinde olan babacığım son 3 ayda her şeyi unutmuştu. Yemeyi, içmeyi, uyumayı, göz kırpmayı, yutkunmayı, evini, işini, arada bir beni ve annemi de karıştırır olmuştu. Annem ile “Ömrünü ibadet ile geçirmiş biri son anlarında ya şehadeti unutur, ya Allah’ı unutursa” diye korku duyar olmuştuk . Çünkü elinden düşürmediği tespihini bile avucuna verdiğimizde boş gözlerle bakıyordu yüzümüze. Ezan sesini, bir sevgiliyle buluşma anı gibi bekleyen babam, namazını hatırlamaz olmuştu.
Vefatına 2 saat kala baktım babam Esma’ül Hüsnaları zikrediyor. Şehadet getiriyor. Ağlamaya başladım, bilinci açılmıştı. Senelerdir teyemmüm için kullandığı bir tuğlası vardı. Onu istedi benden. Teyemmüm aldı. Yattığı yerden namaza durdu. Bir dakika sürdü sürmedi yine zikre daldı. “Babacığım senin için ne yapabilirim, emret, iste ne olur” dediğimde, “Benim için üzülme kızım, ben iyi olacağım” dedi. “Ah babam çok seviyorum seni” dediğimde beni sevdiğini söyledi , yanağımı okşadı ve zikre devam etti.
Nefes alışları değişmişti. Üzerindeki örtüsünü düzeltmek istedim, bacaklarında iri renk değişikliklerini gördüm. Birkaç dakika sonra o değişiklikler diz kapaklarında da oluştu ve çok kısa süre sonra sol kolunu kapladı. Saat 22:20…
Şu fani dünyadan ayrılırken, annem zemzemini veriyor ben duasını okuyordum. Canım babacım bir bebek gibi yumdu gözlerini. Bir damla yaş aktı boşluğa bakan buğulu gözlerinden, o kadar…
“Nasıl yaşarsanız öyle ölür ve nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz “ Hadis-i Şerifindeki gibi hakiki bir mü’min olarak yaşadı babacığım ve son anında da hakiki bir mü’min gibi hayata veda etti.
Kabrin nurla dolsun babacığım.
“Şu dünyada sakın rahat peşinde koşma kızım, insan rahat etmek için gelmedi dünyaya. Bu yüzden mutlu günler, neşeli anlar, birliktelikler, huzurlu günler olduğu gibi hastalıklar, ayrılıklar, acılar da olacak. Hatta beklide acılar fazla olacak, kul sınanacak, sabredecek, mümin duruşu ile Allahtan gelene razı oluşu ile, isyana yönelmeyişi ile mertebe kazanacak. Ne ki bu hayat. Sorsan bana sanki hala 13-14 yaşlarındayım. Kim yaşadı 80 seneyi, ben mi… Ne vakit geçti, anlamadım. Bu yüzden hızla geçen bu ömürde kıymet verdiğin şeye dikkat et. Fani olana değil baki olana yönel. Dünyevi nimetleri helal daire içinde gönlünce tat, ama ahretin için daha fazla çabala. Aile aile aile… En önemli şey ailendir. Aileni değerli tut, emek ver, emek vermediğin şeyin değeri az olur. Küçük münakaşalar olacaktır, bunlar birdenbire yıkım olmasın diye bazen gereklidir de. Tıpkı minik sarsıntıların daha büyük depremlere mani oluşu gibi. Çarçabuk gönül al, aynı hatanı ikinci kere tekrarlama. Aile sırrını tut. Namusunu koru. Suizanda asla bulunma, hüsnü zanlı düşün. Ama insanları sui zana sevk edebilecek hareketlerden de kaçın, mesul olursun. İlim öğren, ilminle amel işle. Yoksa amelsiz ilim , kitap yüklü eşeğe çevirir insanı. Allah’ı zikret, geceleri uykunu bırakıp Rabbine yönel. Güneşi doğdurma üzerine. Çık balkona, yeni doğan günü seyret, kainatın uyanışını izle. Geçen sabah balkona yuvalanmış kırlangıçlara ilk uçuşlarını yaptırdı anneleri. Bir bilsen neler kaçırdın. Nasıl cesaretlendiriyordu yavrularını, o minik yürekler nasıl korku ile titriyorlardı. Heyecan ile ilk kanat çırpışları ne güzeldi. Annelerinin onları izleyişi ne muhteşemdi. Göremedin bak… Güzel şeyleri gör, kötüye kulağını da gözünü de kapat emi kızım”
Ne ki birilerinin çıkıp “Ey insanlar! Nereye gidiyorsunuz!?” demesi
ve gidilen bu yolun, merhum Necip Fazıl’ın deyişiyle
bir çıkmaz sokak olduğunu söylemesi gerekmez mi?
Öyle ya, Kıyamet’in çok yakın olduğunu hatırlamaz olduk, unuttuk âdeta.
Cennet ve cehennem, umduğumuz ve korktuğumuz mekânlar değil artık.
Sağ ve solumuza niçin selam verdiğimizi bilmiyoruz,
bilmek istemedğimiz gibi yardım da istemiyoruz.
Uyarmıyoruz,
uyaramıyoruz kimseyi,
kendimizi bile.
Dücane Cündioğlu/ Hakikat ve Hurafe