Sadık Yalsızuçanlar’ın kitabı Vefa Apartmanı yaklaşık 1 yıldır raflardaki yerini aldı. Yazar kitabında Menderes hükümetinde Ulaştırma, Milli Eğitim ve Bayındırlık Bakanı olarak yıllarca hizmet etmiş ve 27 Mayıs 1960 darbesi sonrası ömür boyu hapis cezasına çarptırılmış Tevfik İleri’nin hayat hikayesini anlatıyor.
Cezaevindeyken kansere yakalanan ve bunun sonucunda hayatını kaybeden Tevfik İleri’nin çocuklarıyla bir araya gelen Sadık Yalsızuçanlar, eski bakanın eşi Vasfiye Hanım la aralarındaki mektuplaşmaları yeni kitabı Vefa Apartmanı’nda okurlarla paylaşıyor.
Kitabın Arka Kapağı:
‘Allah var. Büyük Allah var. Her şeyi görüyor, biliyor. Gördüğüne ve bildiğine inanıyorum. Gerisi laf u güzaf. Yapılacak tek şey tebessüm etmektir. Size mal mülk, servet bırakmadım. Yalnız, size, şerefli, namuslu, erkek bir ad bırakabildim. Hiçbir zaman başınız yere bakmayacaktır. Bununla müteselliyim, siz de bununla iftihar edeceksiniz.’
Tevfik İleri
24.9.1961, Kayseri Cezaevi
Ulaştırma, Milli Eğitim ve Bayındırlık Bakanı olarak yıllarca başarıyla çalışmış, Adnan Menderes’in yakınında bir devre tanıklık etmiş, Yassıada’da yargılanıp idama mahkûm edilmiş bir bürokrat… İdam cezası ömür boyu hapse çevrilen, kanserin pençesinde kısa sürede mum gibi eriyen Tevfik İleri… Ailesine yalnız şerefli, namuslu bir ad bırakan Hemşinli Tevfik…
Tevfik İleri’nin Hemşin’den Vefa Apartmanı’na uzanan hikâyesinde yalnız bir “adam”ın hayatı değil, bir ailenin, bir ülkenin tarihi gizleniyor satır aralarına. Çalışma hayatı boyunca tuttuğu günceler ile Yassıada ve Kayseri Cezaevi günlükleri, Tevfik İleri’nin şahsında bir dönemin tarihini anlatıyor.
Kitaptan bir kaç satır:
Öyledir efendim, dünyanın hayal olduğunu bile bile ona kanarız. Rahmetli babamı hastanede bir deri bir kemik görünce bunu iliklerime kadar hissetmiştim. Annem, elini tutup yaşlı ve hala ona aşık gözlerle baktığında, “Vasfiyem” demişti, “ne diyordu Hazret, ‘Allah gayrı değil ki ona vasıl olasın. Perde olan senin kendi varlığındır. Sen sensiz Allah’a git, aranızdaki, engel hep senin senliğindir’”
——
Varlık beyannameni yazman zor olmadı. Cesaret, onur ve dürüstlükten başka bir varlığın yoktu…
——
Annem, evin geçimi konusunda dikkatli davranırdı. Ay sonunu zor getirirdik. Şimdiki milletvekilleri, bakanlar gibi değildi. Zaten kirada oturuyorduk.
…
Giyim kuşamımız da mütevazı idi. Okul kıyafetlerimizi birkaç sene giyerdik. Ayşe’yle eteklerimizi annem biraz uzun tutardı, katlardı. Tabi boyumuz uzadığı için, her sene söker biraz uzatırdı. Birkaç iz olurdu ne kadar ütülense de… Bir gün öğretmenimizin tahtaya kaldırdığında, rengi solmuş, birkaç dikiş izi olan eteğime bakıp, ‘bak sen, kızımızın boyu ne kadar da büyümüş…’ diyerek beni teselli ettiğini hatırlıyorum. Bundan bir kompleks de duymazdık biliyor musunuz? Yani evde bu konuşulmazdı bile.
…
Cahide Hanım o günleri yeniden yaşıyor. Çileli, sade bir yaşam… Bakan kızı olarak okulda üç yıl aynı formayı giymek ve bunu dert etmemek için insanın nasıl bir iç dünyası olması gerektiğini insan onları seyrederek anlayabilir.
——
Öyle gelen gidenleri çok olurmuş. Erzurum’da da öyle, Çanakkale’deki hayatları da öyle. Üç dört sene kalıyorlar. Oradan ayrılırken bütün Çanakkale yollara dökülüyor ve kilometrelerce gelip uğurluyorlar. Enteresan bir şey, şimdi onu düşünüyorum. O zaman siyasetçi değil, mühendis. Hep öyle bir temayüz etmiş, hakikaten ortada bir insan. Çanakkale’de biliyorsunuz 18 Mart’ta, milleti ilk defa toplayıp şehitliklere götüren babamdır, öğrencileri ilk o götürüyor oraya.
——
Ulus gazetesinde her gün babamla ilgili gerçekdışı yayınlar yaptılar. Hatta hatırlıyorum babam, sabah gazeteleri okurken, aleyhinde bir haber çıkmamışsa, anneme, ‘Vasfiye’ derdi, ‘demek ki dün, milletimiz için hayırlı bir iş yapmamışız.’
——
Yasssıada’ya gönderdiğimiz mektuplarda ‘sevgilim, canım, hayatım babacığım’ yazınca, mektupları denetleyen görevli, ‘sevgilim’i daire içine alıp bir ok işaretiyle boşluğa çıkarır, soru işareti veya ünlem koyar, bazen bununla da yetinmeyip ‘Hiç uygun değil!’, ‘Ne demek istiyor?’ gibi notlar düşerdi. Oysa biz ona aşıktık.
Doksan kilo girdiği Kayseri Cezaevi’nden Ankara Hastahanesi’ne kırk dokuz kilo olarak taşındı, cemale gittiğinde kırk dokuz yaşındaydı
——
Gençliğinden beri hayatı sert mücadeleler içinde geçmiş ve nihayet Yassıada’daki duruşmalar sırasında başı dik hali ile öne çıkan babam gerçekten hislerini yoğun yaşayan ve gözyaşlarına hâkim olamayan bir insandı. Hafızamda böyle iki olay yer etmiş. Biri radyodan naklen yayınını beraberce dinlediğimiz üç-bir’lik Macaristan galibiyetimiz, biri de bize yüksek sesle, sonradan Rahman suresi olduğunu anladığım bir Kur’an okuyuşu. ‘Erkek ağlamaz’ sözünü beğenmez ‘İnsan olan ağlar’ derdi.
——
Oturduğumuz ev üç oda bir salondu. Odalardan biri, içinde babamın kütüphanesi ve yazı masasının bulunduğu bir çalışma odası idi. En küçük, fakat konum itibariyle en en güzel oda buydu. Benim yaşım biraz ilerleyip de ablalarımla beraber yattığım odadan ayrılmam gerekince orası benim odam oldu. Babam zaten pek evde bulunmazdı, ama ara sıra o odaya girmek isterdi. Artık oda benim olduğuna göre önce, ‘Oğlum müsaade eder misin biraz odanda oturayım’ derdi. Ondan korkmazdık. Onu gücendirmekten ve saygısını kaybetmekten korkardık. Onun bizi beğenmesi, bizimle iftihar etmesi çok önemliydi bizim için.
***
Sadık Yalsızuçanlar ile yapılan bir söyleşiden :
Vefa Apartmanı isimli son eseriniz Türk edebiyatı içinde ve kendi külliyatınız içinde nerede konumlandırıyorsunuz? Tevfik İleri, “anılmazsa olmaz”larınızdan mıydı?
Anılmazsa olmazlardandı benim açımdan Tevfik İleri çünkü Vefa Apartmanı yani Tevfik İleri’nin eşinin ve çocuklarının yaşadığı Kocatepe caminin karşısındaki Vefa Apartmanı’nın içindeki hikaye benim açımdan çok özel bir hikayeydi, çok ilginç bir hikayeydi. Kendi yaşamımla da çok ilgiliydi. Birçok insanın babası, dedesi tutuklanmış, işkence görmüş, yatmış. Benim öyle bir tecrübem yoktu tabi geçmiş büyüklerimle ilgili ama 78 yılında Hacettepe’de Türkoloji okumak üzere geldiğimde kaldığım öğrenci evine yüz metre mesafede ve her gün önünden birkaç kez geçtiğim bir apartman Vefa Apartmanı. Tevfik İleri’nin yaşamı bizim toplumsal ve ahlaki kültürümüz açımızdan, ortamımız açısından bilhassa siyaset kültürümüz açısından son derece ibret verici. On yıl boyunca bakanlık yapmış olmasına rağmen bir evi yok. İşte çocuklarına zaten son vasiyet niteliğindeki mektubunda da belirtir bunu. “Size mal mülk, para bırakmadım. Şerefli ve erkek bir ad bıraktım. Siz de bununla iftihar edeceksiniz” diyor. Gerçekten son derece haysiyetli namuslu bir adam. Elli yaşında ölmüş. Son bir yılı büyük acılarla geçmiş. Tabi Yassıada’da çok acılar çekmiş. Bakanlık yaptığı veya mühendis olarak çalıştığı dönemlerde Nazım Hikmet gibi yüreği hakikaten memleket vatan sevgisiyle dolup taşmış. Hatta o zaman nişanlısı olan Vasfiye hanıma yazdığı ilk mektubunda “Memleketimizi seveceğiz, sonra birbirimiz seveceğiz” diyor. Böylesine de bir memleket romantizmi olan bir adam. Ayrıca çok nazik bir adam, narin bir adam, centilmen bir insan. Edebiyatla çok ilişkili bir insan, çok okuyan bir insan.
İleri’nin mektuplarında, “aşk mektupları”nda, büyük bir liriklik göze çarpıyor, her şeyden evvel. Katı ve soğuk bir dünyanın içinde, böylesi mektuplar yazan bir simanın kitabını yazmanın ilk karar anının merak ediyorum. Sizi buna iten ne oldu tam olarak?
Özellikle onu seçtim, benim ilgimi çekti çünkü tam da belirttiğin gibi katı ve soğuk bir dünyanı içinde aşk mektupları yazan bir siyasetçi. Biz modern zamanlarda aşkı lanetleyen bir kültüre doğru evrildik, bir algının içerisine girdik. Geleneğimizde oysa sultanlar, padişahlar aşk şiirleri yazmışlardır. Cengaverler, savaşçı sultanlar aynı zamanda bir elinde kılıç tutan yöneticiler aynı zamanda büyük muazzam lirik aşk şiirleri yazmışlardır. Geleneğimizde aşkı yücelten bir eğilim varken, modern zamanlarda hakikaten aşkı lanetleyen bir yere doğru savrulduk. Bir de tabi bir duygu durumu olarak aşkla “bir yaşantı olarak aşk” arasındaki farkı da burada test etme imkanımız var Tevfik İleri karısını ilk tanıdığı ve sevdiği an gibi ölene değin sevmeyi ve ona çok incelikli davranmayı korumuş bir adam. Asıl benim ilgimi çeken bu. İnsanların birbirlerine saygılarını yitirmemeleri için ne yapmaları gerektiğine ilişkin için çok fazla fikri olduğunu zannetmiyorum. Hele belli bir yaşantıya dönüştüğünde bir yüz göz olma durumuyla birlikte. Giderek belki bazen bir çatışma ve bir savaş meydanına dönüşebiliyor aşk yaşantıları. Tevfik Bey’de bunun aksi bir örnek görüyoruz. Bu son derece ilgimi çekti benim. Ayrıca hani birleşince kavuşunca aşk biter, irfan başlar derler. Tevfik İleri ve karısında bu irfanın yanı sıra aşk da birlikte yürümüş, devam etmiş gerçekleşmiş. Bu da tabi çok ilgimi çekti. Bu yüzden Vefa Apartmanı’nı yazmayı özellikle istedim.
—
İllaki okunmalı, okunmalı, okunmalı…
Bir yanıt yazın