Kadınlar hayatı düzeltmek isterken çok yaralanıyor.
Erkekler fragmanların içinde yaşamak istiyor.
Kabataslak bir özet. Fazla katmanlı olmayan.
Bir hikâyenin bütünlüğü erkeklere fazlasıyla ağır, fazlasıyla sıkıcı geliyor.
Makineleri tamir edebilen erkekler, yazık ki hayatı tamir edemiyor.
Onun için erkekler hayatı bozma haklarının hiç olmadığını bilerek yaşamalı.
(Fatma Karabıyık Barbarosoğlu)
Hz. Hasan ve Hüseyin, bir gün peygamberimize gelerek, Efendimizin kendilerine bir deve almasını istediler. Peygamberimiz o anda çocuklara deve alacak durumda değildi. Torunlarını üzmeden deveyi unutturacak bir çözüm yolu buldu. Küçük torunlarının önüne çökerek onlara seslendi; “Haydi binin bundan daha iyi deve mi olur” Çocuklar büyük bir sevinçle dedelerinin sırtlarına binmişler ve deveyi unutmuşlardı. Çocukların bu tarz istekleri karşısında bizler tarafından söylenen sözler hep aynıdır; Paramız yok, ileride alırız, daha sonra vs. Bu sözler, çocuklara parayı önemsetir ve onları fakirlik psikolojisine sokar. Eğer bunu fark edemez isek çocuklarımız, büyüdüklerinde paraya tapar hale gelirler.
“Çocuğu olan onunla çocuklaşsın”
Efendimiz; “Çocuğu olan onunla çocuklaşsın” buyurmuştur. Peygamberimizin göbeği üzerine akıtan torununu almak isteyen Ebu Leyla bin Abdurrahman’a Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu: “Oğlumu bırakın hacetini tamamlayıncaya kadar onu korkutmayın”
Kur’ân’ın Karun, Firavun, Nemrud, Ebu Leheb, Câlut gibi kötülük tiplerini ısrarla hatırlatması, içimizdeki sapma dinamiklerini hatırlatmak adınadır.
Başkalarını ayıplayarak içimizdeki ayıpları unutturmak için değildir.
Kur’ân başkalarını etiketlemeye değil kendimizi sorgulamaya çağırır:
“Firavun’u firavunlaştıran benlik sende de var!” demeye getirir.
“Karun’u Karunlaştıran kibre ve gurura sen uzak dur!” diye uyarır.
Senai Demirci
Bayramları “bayram” yapan güzellikler her yeni bayramda yitip gidiyor ve farklı bayram anlayışları yaşantımızı zapt etmeye başlıyor
Artık klasikleşmiş kelimeler arasına girmiş “ah neydi o eski bayramlar” nostaljisini bir türlü kenara koyamıyor insan. Bayramlar toplumsal mutluluktan çok kişisel heyecan oldu nedense. Bayramları tatil, dinlence, seyahat etme günleri olarak görmeye başladık. Halbuki bayramları bayram gibi yaşamak, bayrama has değerleri zamana ve kişiye hapsetmemek gerekiyor.
Güler yüzlülük, yardımlaşma, konukseverlik, hediyeleşme, kardeşlik, barış, hoşgörü, sevgi , gelecek nesillere umutla bakma hislerimizi en üst düzeyde yaşayacağımız günlerdir bayramlarımız. Bu değerler yaşadıkça katmerlenir ve lezzeti ziyadeleşir , toplumu birbirine daha sıkı bağlar.
Geçenlerde bir konuğumla bayramlara ait hoş bir sohbet yapmak nasip oldu. Bana memleketlerinde halen yaşanmakta olan bayram günlerini anlattı. İnanın şaşırdım. Demek günümüzde bile böylesi güzellikler varmış dedim. Arife gününden başlarmış birliktelik. Mahalleli toplanırmış kabristanda. Kuran-ı kerimler okunur, kabristan önünde helvalar pişirilir gelen gidene dağıtılırmış. Köy 3-4 mahalleden oluşmakta imiş. Birinci gün bir mahallenin bayramı, ikinci gün bir diğerinin bayramı, üçüncü gün de öteki mahallenin bayramı imiş. O ne demek diye sorduğumda güldü ve dedi ki :
– Birinci günü bayramı olan mahallenin köy odalarında erkekler için, evlerinde de hanımlar için sofralar açılır. Diğer mahalleliler toplaşıp bu mahalleye gelirler. Yemekler, ikramlar, sohbetler olur, muhakkak Kuran-ı Kerim okunur. Ertesi gün de öteki mahalleye gidilir. Benzer ikramlar orada olur ve tüm bayram süresince sıra ile her mahalle ziyaret edilir. Yaşlısı- genci, çocuğu-bebeği , kadını-erkeği hep bir arada, denk ve bayram sevincini birlikte yaşar halde…
Çok şaşırdım ve hoşuma gitti.
– Bozulmadı oraları dedi.
“bozulmak”…. gerçekten de böylesi güzellikler bizi sağlam tutuyor.
Yaşanmadığı zaman “bozuluyor” arızaya geçilmiş olunuyor.
Akrabalarımız ve yaşadığımız semtimiz içinde birbirimizi kollayıp gözetmeler, ihtiyaçlarımıza eğilmeler, dertlerimize derman olmalar, sevinçte ve kederde paylaşımlar azaldıkça maalesef bayramlarda bir taraf bayram eder iken diğer taraf sıkıntı içinde bayramı karşılamaya çalışıyor.
Birbirimizden bihaberiz. O kadar bihaberiz ki bayram yaklaşırken çevremizde fitre ve zekat verecek insan bulamadığımızdan şikayet bile ederiz. Bu işte de kolaya kaçmaya meylederiz. Halbuki evvela ihtiyaç sahibi tanıdıklarımızın hak sahibi olduklarını bilmeliyiz.
Fakir-fukaranın gözetildiği, güzelliklerin devam ettiği, çocukların sevindirildiği, yaşlıların dualarının alındığı, sağlıklı , mutlu bayramlar dilerim.
Ne mutlu bayramı hak edenlere, ne mutlu bayram coşkusunu yüreğinde, hanesinde ve çevresinde yaşayabilene.
Bayramımız hayırla dolsun .
İnsan hayatını anlamlı kılan , onu diğer canlılardan ayıran özelliğidir mükellef olduğu konular. Mesuliyetleri…
Evvela kulluk vazifemiz. Bu en büyük mesuliyetimizdir hayatımızda. İslam ı anlamak, anlatmak, sevdirmek ve yayılmasını sağlamak. Sürekli hayır yolunda çaba sarf edip Rabbimizin rızasını almaya çalışmak birinci vazifemizdir.
Ardından ana babalarımıza karşı olan mesuliyetimiz gelir. Hadis-i şerifte buyurur ki :
“Ana-babasını dine uygun hizmetleriyle razı eden, Allah’ı razı etmiş olur, onları gazaplandıran, Allah’ı gazaplandırmış olur” .
Ana babalarımızın rızalarını almanın ne kadar ehemmiyetli olduğu pek çok hadis-i şerifte ve yüce kitabımız Kuran-ı Kerimde işaret edilmiştir bizlere.
“Biz insana, ana-babasına iyilik etmesini tavsiye ettik.” [Ahkâf 15]
“Rabbin, yalnız kendisine kulluk etmenizi, ana-babanıza da iyi davranmanızı emretti. Onlardan biri veya ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine öf bile deme; ağır söz söyleme, onlarla yumuşak ve tatlı konuş, onlara acı, tevâzû kanadını gerip “Rabbim, küçükken beni yetiştirdikleri gibi sen de onlara merhamet et” diye duâ et.” [İsrâ 23, 24]
Ana-babaya iyilik ve ihsanda bulunmak evlada farz kılınmıştır.
Peki ya çocuklarımıza karşı mesuliyetlerimiz? Gelecek nesillerin şekillendirilmesi, toplumun kurtuluşu pırıl pırıl yetiştirilmiş çocuklar ile mümkünüdür. Sadece dünya hayatlarının ferahını sağlamak intihardır. Öncelikli vazifemiz ahiret hayatlarını kurtaracak ilim verebilmektir. Bunun için ana-baba olmadan önce kendimizdeki eksikliklerden uzaklaşma gayretinde olmalıyız. Unutmayalım ki söylediğimiz sözlerden çok hal ve hareketlerimiz çocuklarımıza model olacaktır. Kuran-ı Kerim de “Kendinizi ve âile efrâdınızı Cehennem ateşinden koruyun!” [Tahrim 6] denmektedir. Allahü Teâlâ, kullarına (Emr-i ma’rûf) yapmayı emrediyor. Ya’nî, “emirlerimi, bildiriniz, öğretiniz” buyuruyor. (Nehy-i münker) yapmayı da emrederek, yasak ettiğini bildirdiği harâmların yapılmasına râzı olmamamızı istiyor
Toplumdaki görevlerimize ait mesuliyet duygusunu çok güzel ifade eden bir kıssadan hisse aktarmak isterim sizlere:
Osmanlıların ilk Şeyhülislamı Molla Fenari Şeyhülislam olmadan önce Bursa kadısı idimiş. Onun kadılığı sırasında bir adam pazardan bir at satın almış. Fakat alış-verişin hemen arkasından atın hasta olduğunu fark etmiş. Geri vermesi gerekiyormuş, ama satın aldığı adamı zorluk çıkartıp da, atın hastalığını kabul etmez diye önce kadıya gidip resmi kanaldan işi sağlama bağlamak istemiş. Mahkemeye gittiğinde kadıyı (Molla Fenari) yerinde bulamamış. İşini ertesi güne bırakmış. Fakat at o gece ölmüş. Adam ertesi gün olanları kadıya anlatmış, mağdur olduğunu, ne yapması gerektiğini sormuş.
Molla Fenari “Senin zararını ben ödeyeceğim” demiş. Adam şaşırmış :
– “Niçin siz ödeyeceksiniz, konuyla hiçbir ilginiz ve suçunuz yok ki…” demiş.
Molla Fenari, “Evet öyle görünüyor ama aslında benim de suçum büyük. Eğer sen dün makamıma geldiğinde ben yerimde olsaydım, olaya müdahale eder, atı geri verdirir, paranı iade ettirirdim. At da sahibinin elinde ölmüş olurdu. Bu imkân şimdi yok olmuştur. Senin zararına benim makamımda bulunmamam sebep olduğu için zararını ben ödeyeceğim” demiş ve ödemiş.
Kulluk vazifemize, ana babalarımıza, aile efratlarımıza, yaşadığımız topluma, işimize, komşumuza, akrabalarımıza, kısacası içinde ve yakınında olduğumuz her şeye karşı mesuliyetlerimiz vardır. Aslına bakarsanız her biri ayrı ayrı anlatılması ve üzerinde durulması gereken konulardır. Bu hafta genel bir açıdan bakmaya çalıştık. İnşaAllah ilerleyen haftalarda her bir konuyu tek tek ele almak nasip olur.
Mesuliyet…
Öğrenmemiz ve uygulayabilmemiz gerekenler arasında öncelikli sırada…
Hayırla kalın
Peygamberimiz bir çocuğun elinden tutunca o bırakıncaya kadar elini çekmezdi. En büyük dikkatsizliklerimizden birisi budur. Oyun anında işitmez, görmez, anlamaz sanırız onları. Hâlbuki çocukların alıcılarının en çok açık olduğu andır oyun anları. Yapmalarını istediğimiz şeyleri o anlarında söyleyebiliriz. Onların hemen kabullenmelerini ve farkına varmadan şartlanmalarını sağlar oyun anları, fakat bu çok önemli anları biz oyundadır duymaz diyerek çocukların duymaması gereken konuları onların belleklerine işleyerek geçiririz. Misafirliklerde çocuklar bir köşede oynarken, annelerinin konuştukları her şeyi kafalarına kaydederler.
Kapat gözlerini önce. Ve haydi aç şimdi kendi içine.
Değil mi ki, “aslolan gözlerin kapalıyken yaşadıkların.”
Hâlâ en güzel hikayeleri dünyalar bir araya gelse
anlamayacaklara mı anlatmaktasın?
Ve sen hâlâ sağırlar ordusuna senfoniler mi çalmaktasın?
Ne seni hazmedebilen ne de senin hazmedebildiğin
bir alemde için sızlıyor, biliyorum.
İçine bak, imkansız bir şey olmadığını göreceksin.
Kapat gözlerini gitsin.
Ama aç kendi içine.
Nazan Bekiroğlu/ Mor Mürekkep
Hac mevsimi açıldı ya, yıllardır içimde büyüyen yangın yeniden alevlendi işte.
Hiç yaşamadığım, görmediğim, bilmediğim o kutsal topraklara yüz sürme arzusu günden güne derinleşiyor yüreğimde.
Televizyonu açtığımda giden hacı kafilelerini görüyorum.
Mahallemizde bu sene hacca gitmek nasip olan mübarekleri duyuyorum.
Arkadaşlarım yakınlarını uğurlayışlarını anlatıyor nemli gözlerle.
Ve ben her mevsim içimdeki alevin beni daha fazla sarmaladığını hissediyorum.
“Allah’ım bana da nasip eyle ne olur” diye göz yaşı döküyorum.
Bu hal artık bir sevda boyutuna ulaştı. Nasip olur mu olmaz mı bilmiyorum.
Ama dua ediyorum…
Geçen akşam ana haber bültenlerinin birinde bu yıl giden ilk hacı kafilelerini gösteriyorlardı. Her birinde aynı hal, heyecan, sevinç, tebessüm.
Ama içlerinden biri vardı ki…
Ak sakallı yaşlı bir amca..Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. “Çok istememe rağmen geçen yıl gidememiştim. Bu yıl nasip oldu, o kadar mutluyum ki” derken konuşmakta güçlük çekiyordu.
O TV ekranında, ben evimin odasında ağlıyorduk…
Babam da ben gibiydi. Çok isterdi gitmeyi. Bunu her fırsatta telaffuz ederdi. Ama bedenen yaşadığı hastalıklar o mübarek topraklara gitmesine engel teşkil ediyordu. Seneler önce mahallemizden bir yakınımız Hacca gitmişti. Babam bacaklarındaki hastalığı sebebi ile aylardır yatağından çıkamıyordu. Bir nevi yatalak kalmıştı. Sürekli o yakınımızdan bahseder ve “ah imkanım olsa da hacılığı hayırlı olsuna evine gidebilse idim” der dururdu. Ve bir gün bahsettiğim yakınımız telaş ile kapımızı çaldı. Allah ın selamı ile geldi oturdu babamın odasında. Sohbete başladılar .
“Aman beyefendi, kusuruma bakmayınız. Uzun zamandır gelip sizi ziyaret etmek ve hacılığınızın hayırlı olması için dualarımı iletmek istiyordum ama eksik olmasınlar gelen gidenimiz çoktu. Şu zaman aralığını bulup ancak ziyaretinize gelebildim. Fakat şu an yatıyor olmanız beni şaşırttı. Hac farizası sizi çok mu yordu acaba” diye sordu babacığıma.
Hepimiz şaşırmıştık. Birbirimize bakıştık. Babam hacca gitmediğini, uzun zamandır hasta olması sebebi ile ayağa dahi kalkamadığını hatta kendilerini ziyaret etmek istemesine rağmen buna bile imkan olmadığını belirtse de konuğumuz ısrarla :
“Olamaz. Sizinle orada birlikte idik. Hatta uzaktan sizi gördüm, yanınıza gelebilmem olanaksızdı, el salladım ve siz bana tebessümle karşılık verip elinizle işaret ettiniz. Birkaç defa daha gördümse de yanınıza gelemedim. Fakat kesinlikle eminim ki o sizdiniz.”
Gözlerimiz dolu dolu oldu. Söylenecek söz yoktu tüm bunların üzerine. İnşallah bedenen gitmesi mümkün olamayan sevgili babacığım ruhen oralara gitmiştir ve hacılığını kabul eylemiştir Rabbim.
Geçtiğimiz yaz Osmaneli’ nde bir düğün merasimine konuktum. Memnuniyetle katıldım. Camide yapılan hoş sohbet evvelinde okunan bir ilahiyi hiç unutamıyorum. İlahinin güzelliği bir yana, asıl beni yanımdaki yaşlı teyze etkilemişti. Yaşını tahmin edemiyorum. Epeyce yaşlı da olabilir, yılların yorgunluğu sebebi ile daha yaşlı görünüyor da olabilir. İncecik bedenli, toprak kokusunu sindirmiş elleri, derin kırışıklarına rağmen pırıl pırıl parlayan küçücük bir yüzü vardı. Hac ilahisi okunmaya başlamıştı. İlahi okunurken kutsal topraklarda eşim-oğlum ve beni görüyor, oralara gitmişiz gibi hayaller kuruyordum. Birden o şeker teyzem ağlamaya başladı. Öyle tatlı, öyle masum ağlıyordu ki. Hem ilahiye eşlik ediyor kısık sesi ile hem damlayan göz yaşlarını siliyor pamuk elleri ile. O an ona sarılıp birlikte ağlamak istedim, yapamadım. Tuttu bir şeyler beni. Sadece bakıyordum, aşkına hayran kalmıştım.
Özlemini anlıyordum.
Sessiz sedasız bende ağlıyordum.
Bir hacı kafilemizi daha uğurladık
Duam odur ki ;
Hayırlı olsun,
Ettikleri dualar, yaptıkları ibadetler kabul olsun.
Hacılığa yaraşır bir ömür sürsünler.
Ve Kudreti Sonsuz Allah ‘ım bizlere de idraki ile nasip eylesin inşallah
Amin.
09/12/2005
Rana