RanaColak

Ceza korkusu ile Doğru Yapan Çocuk Doğru Çocuk Mudur

“Suç” denilince hemen aklımıza “cezâ” gelir ve hatta çocuk terbiyesinde, suç işleyen çocuğa nasıl cezâ verileceği, cezâ alan çocuğun nasıl “adam olduğu” ballandıra ballandıra anlatılır.Peki, ama cezâ ile terbiye etmeye çalışmak acaba ne kadar “bizim pedagoji” anlayışımız içinde yer alır, hiç düşündük mü? Ya da soruyu şu şekilde soralım: Suç işleyen çocuğu, cezâ korkusu ile terbiye etmek ne kadar vicdânî ve ne kadar İslâmî bir usûldür?

Madem ki, çıkmaza girdiğimiz her meselede Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hayatına bakıyor ve O’nu örnek alıyoruz, o hâlde Peygamber Efendimiz’in sünnetlerini bu konuda mercek altına alalım ve bakalım acaba O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- çocuklara hangi cezâ (!) usûllerini uyguluyordu?İşte bu yazımızda, günümüz anne-babalarının “anlık çözüm” olarak her an rahatlıkla kullandıkları cezâ konusunu masaya yatıracağız, bir yandan da tarihin altın sayfalarında kayıtlı bulunan Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in davranışlarını “çocuk ve cezâ” konusunda analiz edeceğiz.

Cezâ ve Çocuk İsterseniz suç ve cezâ konusunu daha somut/müşahhas bir şekilde ele almak için bir örnekle yola çıkalım.On yaşlarında bir çocuğunuz olduğunu düşünün. Ve çocuğunuzun, evde misafirleriniz olduğu her an sizi misafirlerinize karşı hep mahcup ettiğini hayal edin.

Örneğin, siz ne zaman konuşmaya başlasanız, çocuğunuz sizin kullandığınız cümleleri alaya alarak ve eğip bükerek arkadaşlarınızın içinde sizi mahcup ediyor. Ne yaparsınız böylesi bir çocuğa?

Örneğimizi biraz daha zorlaştı ralım. Siz dînî değerlere hassasiyet gösteren bir âilesiniz ve namaz kılıp ibâdet ediyorsunuz. Ancak çocuğunuz, bu sefer de okunan ezânla dalga geçiyor. Siz namaz kılmak üzere hazırlık yaparken, çocuğunuz da, okunan ezânı hafife alıyor, kelimeleri eğip bükerek tekrar ediyor.Ne yapardınız? “Önce ikaz ederdim, ezân’ın önemini anlatırdım.” dediğinizi duyar gibiyim… Peki, çocuğunuz ısrarla aynı davranışı tekrar ediyorsa ne yaparsınız? Sanırım çocukla bir-iki defa konuşur, eğer hâlâ aynı davranışı tekrar ediyorsa, öfkelenir, kızar ve bir daha yaparsa cezâlandırılacağını haber verirdiniz değil mi? Öyle ya, ezân ile dalga geçen çocuğunuzu yanınıza çağırıp:“–Mâşaâllâh… Aman ne de güzel sesin varmış, al sana bir avuç dolusu para!..” diyecek hâlimiz yok ya!..

Zaten böyle bir şey yapacak olsak, aklımıza ilk gelen şey: “–Çocuğa yumuşak davranırsak, çocuk bugün ezânla dalga geçer, yarın namazla…” diye düşünülür ve kaşlarımızı çatmak zorunda hissederiz kendimizi, değil mi?

Peki, böylesi bir hâdise, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- zamanında olsaydı, O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- nasıl davranırdı?İşte, tıpkı yukarıdaki örneğin bir benzerini, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- zamanında da görüyoruz. (Kütüb-i Sitte, 16 cilt, sayfa 597, Bab: “Ezânda tercî”)

Bir gün ezân okunurken, bir grup çocuk okunan ezânı hafife alıyor ve müezzinle dalga geçiyordu.Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- çocukların bu hâlini gördü. Çocukları yanına çağırdı. Okunan ezânla kimin dalga geçtiğini sordu. Çocuklar içlerinden birini gösterdi. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-  o çocuğa döndü ve çocuğun sesinin ne kadar da güzel olduğunu söyledi ve ardından çocuğa ezân okumasını buyurdu.

Çocuk, ezân okumasını bilmiyordu. Mahcup oldu. Utandı.Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- çocuğa tebessüm etti ve önce kendisi ezân okudu ve sonra çocuğa dönerek: “Hadi, tekrar et!” buyurdu.  Çocuk duyduğu kadarı ile ezân okudu.Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- çocuğa bir kese para verdi.Kendisinin cezâlandırılacağını bekleyen çocuk, böylesi bir mükâfatla karşılaşmanın şokunu üzerinden atmadan,  Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- mübârek elini çocuğun alnına koydu ve saçlarını okşadı. Sonra elini çocuğun göğsüne getirdi ve ona:“–Allah seni mübârek kılsın, Allah sana bereket yağdırsın.” diyerek duâ etti.

Çocuk, o âna kadar ürküp korktuğu Kâinât’ın Sultan’ı -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e karşı sevgi duymaya başladı.Biraz önce çirkin bir davranışla Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzuruna gelen bu çocuk, saf yüreği ile Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e:“–Beni Mekke’ye müezzin olarak tâyin eder misiniz?” diye sordu. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tebessüm ederek, çocuğun bu isteğini de geri çevirmedi.

Eğer bu olayı pedagoji perspektifinden analiz edecek olursak: Müslümanların mukaddes olarak kabul ettiği bir değeri hafife alan, dalga geçen bir çocuk var. Tıpkı kendi evimizde okunan ezân ile dalga geçen çocuğunuz gibi. Bu suç karşılığında Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- nasıl davranıyor?

1-Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- az önce ezânı hafife alan çocuğa, “Hadi, ezân oku!” diye bir iltifatta bulunuyor. Hâlbuki alışkanlığımız o ki, eğer bir çocuğun bir suçu varsa, çocuğun o suçu bir daha işlememesi için, o davranışı bir daha yapmamasını tembih ederiz. Hâlbuki Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bunun aksine; “Hadi, ezân oku!” diye buyuruyor. Belki etraftaki herkes, çocuğun çirkin davranışına dikkat ettiği hâlde, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, çocuğun güzel sesine dikkat ediyor. Böylesi bir davranış, çocuk terbiyesinin en önemli kısmına işaret eder ki, biz buna “Çocuğun kabiliyetlerini görebilme” ya da “pozitif çocuk terbiyesi” diyoruz. Hâlbuki cezâ, çocuğun kabiliyetlerini körelttiği gibi, negatif bir terbiye usûlüdür.

2-Çocuk, ezân okuduktan sonra, ona bir kese içinde para ikram ediyor. Hâlbuki o an karşısında duran çocuk, suçlu bir kişi olmasına rağmen Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu çocuğa bir kese para veriyor ki, böylesi bir muâmele “maddî mükâfat”tır. Suç işlemiş olan bir çocuğa maddî olarak mükâfât vermek, sanırım hiç kimsenin aklına gelmez. Belki de çocuk bu davranışı bir kere daha tekrar eder diye korkarız. Zaten bu anlamsız korkularımız değil mi ki, çocuk terbiyesinde, kaşları çatık bir anne-baba rolü oynamak zorunda olduğumuzu hissettiriyor bize!..

3-Daha sonra, çocuğun saçlarını okşuyor. Saç okşamak da bir mükâfât türüdür. Bu davranış “duygusal mükafat”tır. Az önce ezânla dalga geçen çocuk, hâlâ cezâ almadığı gibi, üçüncü kez mükâfât ile karşılaşıyor.

4-Ardından; “Allah, seni mübârek kılsın, Allah sana bereket yağdırsın” diyerek duâ ediyor. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu davranışı ile de çocuğun vicdânına hitap ediyor ve bir kere daha “duygusal mükâfât”la ona yaklaşıyor. Bu da aynı olay içinde dördüncü mükâfâttır.

5-Daha sonra çocuğu Mekke’ye müezzin olarak tâyin ediyor ki, böylesi bir pâye herkesin gıpta ile bakacağı bir makamdır. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- suç işlemiş bir çocuğa karşı çokça cömert davranıyor ve bunca mükâfâttan sonra, bu defa da en üst perdeden bir “sosyal mükâfât” veriyor.  İşte size Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bir suçlu çocuğa yaklaşım tarzı!..

Efendimiz bu çocuğa ne kaşlarını çatarak, ne parmağını sallayarak, ne de “Bir daha böyle yaparsan sana şöyle şöyle yaparım.” diye tehdit ederek yaklaşıyor… Aksine çocuğun vicdanına giden bütün kanalları kirden temizler gibi, çocuğu mükâfât yağmuruna tutuyor.

Kütüb-i Sitte’de rastladığımız bu sahâbî efendimizin adı Ebû Mahzûre -radıyallâhu anh-!.. Efendimizin terbiye usûlünün, onun üzerindeki tesirine bakın ki, o günden sonra bu sahabî efendimiz saçlarını hiç kesmiyor. Yaşlılığına yakın bir dönemde ona:“-Saçların böyle çok çirkin görünüyor, kes artık şu saçlarını Yâ Ebû Mahzûre!..” denildiğinde, o çok hiddetleniyor ve:“-O saçlara kim dokundu siz bilmiyor musunuz?” diye soruyor.

İşte size peygamberâne çocuk terbiyesi…Hadis ansiklopedilerini alt-üst edelim, bakalım, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sünnetlerini tek tek ele alalım. Eğer O’nun -sallâllâhu aleyhi ve sellem- suç işleyen çocuklara karşı uyguladığı bir tek cezâ şekline rastlar isek, o usûlü hep birlikte çocuklarımıza uygulayalım…Ama yok!.. Bunca yıldır bu konuda araştırma yapmış birisi olarak söyleyebilirim ki; Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hiçbir çocuğu cezâ ile terbiye ettiğine şahsen ben rastlamadım.

Düşünün lütfen!.. Eğer, suç ile mücâdelede “Cezâ” etkili bir yöntem olsaydı, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu çocuğa, en azından kaşlarını çatmaz mıydı?Çatmazdı ve çatmadı da… Çünkü bugünkü pedagojik veriler de mükâfâtın çocuk terbiyesinde çok olumlu bir tesir gücünün olduğunu ortaya koyuyor. Cezâ ile davranış değiştirmeye çalışmak ise, çocuğun dünyasında negatif bir tesir oluşturarak onu yeni yeni yanlışların içine sürüklüyor.Evet, belki hayvanları terbiye etmek için cezâ metotları kullanılabilir, ama insan terbiyesinde “cezâ” kalp kırıcıdır, onur kırıcıdır, izzet ve haysiyete düşmandır.

Adem Güneş

Top Kek

Malzemeler:

3 yumurta

1.5 su bardağı şeker

1 bardak sıvı yağ

1 bardak sulu yoğurt

1 paket kabartma tozu

1 paket vanilya

3.5 su bardağı un

 

Yapılışı :

Şeker ve yumurta iyice çırpılır. Diğer malzemeler de ilave edilir. Yağlanmış kek kalıplarına dökülür.

Ben üzerini süslemek için ceviz içi ve renkli şekerlemeler kullandım. 180 derece sıcaklıkta fırında kabarana değin pişirilir. İçleri de iyice pişince fırından alınır.

Oğlum top keklere bayılır. Ambalajlı ürünlerden almaması için evde hazırlıyorum ve beslenmesine koyuyorum.

 

 

Pamuk Poğaça

Malzemeler

2.5 bardak süt

3 yumurta ( 2 sarı üstüne sürmek için ayrılacak)

1 bardak sıvıyağ

2 yemek kaşığı şeker

1 yemek kaşığı tuz

1 paket maya

Un

İç harcı için ben zeytin ezmesi kullandım. (Aziz peynirli poğaça sevmez)

Yapılışı:

Sütü ılıtıyoruz.  Mayayı ve şekeri sütün içine katıyoruz. Biraz un ekleyip karıştırıyoruz . Ardından tuz atıyoruz. Sıvı yağı , şekeri ve yumurtayı da ilave ettikten sonra (alabildiği kadar un ekleyerek) yumuşak bir hamur olana kadar yoğuruyoruz. Hamurdan ufak parçalar koparıp içlerine zeytin ezmesini sürüp kapatıyoruz. Poğaçaları yağlı kağıt serilmiş tepsiye diziyoruz. Tepside bir süre mayalanmasını bekliyoruz. Yaklaşık yarım saat sonra üzerine yumurta sarılarını ve susamlarını (çörekotu da olur) sürüp fırında pişiriyoruz.

Afiyet olsun.

Asla çocukları çocuk yerine koymayın!

Peygamber Efendimiz çocuklarla karşılaştığında büyükler gibi selam verirdi. Onlarla sır paylaşırdı. Çocuklara değer verir en yorgun olduğu zamanlarda bile onları incitmezdi. Ayrıca, Peygamberimize göre çocuklar büyükleri rahatsız etmez, büyükler çocukları rahatsız eder. Hasta çocuk ziyaretinde bizler çocuklarla ilgilenmekten çok anne ve babayla konuşmakla meşgul oluruz. Oysa peygamberimiz çocuklarla meşgul oluyor, onlarla konuşuyordu.

Yaşarken…

Olaylara bakışımızı, yorumlayışımızı ve uygulayışımızı hiç düşündük mü?

Bir şeyleri ertelemenin, sürekli mazeret üretmenin, yada daima gecikmiş olmanın üzücülüğü nasıl bir his biliyor muyuz?

Ertelediklerimizi ele alalım ilk önce.

Dikkat ederseniz , özellikle hayırlı bir iş yapmak  istediğimizde şeytan gelir dikilir tepemize ve sürekli o işi daha sonra yapmamız için kulağımıza fısıldar durur. Hani başka işlerde uğramaz kapımıza, ıvır zıvır işleri erteletmez de bize , hep asıl vazifelerimizi yerine getirmek için adım atacağımız anlarda yanı başımızdadır.

Namaz kılmak için niyetlendiğimizde,

hayırlı bir iş yapmayı planladığımızda,

imkanımız varken hacca gitmek istediğimizde….

vs, vs…

Adı üstünde : Şeytan….

Sevaptan uzakta, günahın ta  içinde tutacak bizi.

İnsanız, normaldir bu gibi haller. Ama asıl mühim olanı günahtan sonraki tavrımız. Tövbe ediyor olmamız, halimizi savunmaya geçmeyişimiz ve hemen istiğfar etmemizdir.

Şeytanını öldüren , hayırlı işleri için besmele çekmekte gecikmeyenlerden oluruz inşallah.

Peki ya zamanı iyi kullanamayıp ta , geç kalışlarımız?

Nedense insanoğlu musibetler başına gelmedikçe idrakte zorlanıyor.

Bir adama oturup zamanın kıymetini saatlerce anlatın, örnekler verin, yinede o kıymetli zamanı tüketmeden anlayamaz değerini. Ta ki ömür sermayesini bitirip de geriye dönüp baktığında bir arpa boyu bile yol almamış olduğunu anladığında….

İş işten geçmiş olduğunda…

İş hayatımızda yetiştirmemiz gereken bir işi tamamlamak için zamanımızın kalmadığını fark ettiğimizde bize 1 tek gün daha verseler ne çok seviniriz değil mi? Neler sığdırırdık o bir günümüze?

Peki ya ömür?

Geçtiğimiz akşam kitaplığımı toparlarken sevdiğim bir kitap geldi elime. Seneler önce okuyup kaldırmışım diğer kitapların arasına. Murat Başaran’ ın kitabı…

Zaman a dair bir paragrafında şöyle demiş ve ben altını çizmişim : Cebindeki üç kuruş parayı sarf ederken kılı kırk yararak hesap yapma hassasiyetini gösteriyorsun da, ne kadarını ödünç olarak sahiplendiğini bilemediğin zamanı iştahla nasıl yutuyorsun?

Evet nasıl? Bunun sorgusunu içimizde derin derin yapmaya çalışırsak ortaya çıkanın ne olacağını hepimiz az çok biliyoruz değil mi…

Zarar-Ziyan…..

Tüketiyoruz ömrümüzü hoyratça.

Kıymetini bilmeden, geri gelmeyeceğini hiç düşünmeden.

Tıpkı bir mirasyedi gibi.

Ve sonunda geç kaldığımızı fark edişimiz bir tokat gibi çarpacak yüzümüze.

İstediğimiz elbet bu değil.

Ama istediklerimiz ile yaptıklarımız arasında derin uçurumlar var.

Birde sürekli mazeret sürenler var ki onların hali daha da acıdır aslında.  Sürekli imkansızlıklarını dile getirir dururlar.

Tıpkı benim gibi….

Oğlum dünyaya gözlerini açtıktan  sonra alışmakta zorlandığım bir tempo içinde bulmuştum kendimi. Ne ev işime, ne çalışma hayatıma, nede bebeğimin bakımına yetişemiyordum. Tabi namazlarım da aksıyordu. Bir gün kıymetli hocam Cemil Tokpınar ın sözü ulaştı kulaklarıma “ya namaz kılmamak için bahane ettiğiniz sebepler elinizden alınırsa”

Nasıl bir korku sardı ruhumu tahmin edersiniz.

—–

Mustafa İslamoğlu’ nun fevkalade yazısından küçük bir alıntı :

“İmkanım yoktu” deme

Kendine doğruyu söyle.

“Üşendim” de…

“Tembellik ettim” de…

“Canım istemedi” de…

“Yapmak içimden gelmedi” de…

Hiç değilse “yattım” de…

Ne dersen de, ama “imkanım yoktu” deme

Unutma , iman en büyük imkandır.

İmanı olanın imkanı tükenmez

Hatta kimi zaman “imkanım yoktu” demek, imanım yoktu” demeye bile gelebilir.

 

-Rana-

Dinle

Dinle!

ruhumun yatışmasını bekleyemem,

Gitmeliyim ve giderken

Bakmamalıyım gözlerine hayat denen fakirin.

…Su içtiğim ellerden

Bana bir pişmanlık gelsin istemem.

şiirler söyledim belki duyarsın diye

çığlığıydım içinde dilsiz bir şehzadenin

sana seslendim durdum bu küçücük odadan

acımı duy,sensin pusulam benim

…ki dünya

silinmiş bir harita / gibi yabancı bana.

İBRAHİM TENEKECİ

 

Dindar bir kadın neden çalışmak ister?

Yağmur yağıyor. Kadınlar işe gidiyor. Rızık peşinde koşanlar ile Rezzak peşinde koşan kadınlardan bir çorba sunuyor şehir. Ana yemeğe, ana konuya, ana maddeye geçmek için önce çalışan kadınları tüketmek, sindirmek, harcamak ya da kusmak gerekiyor. Peki dindar kadın çalışınca neden daha çok eleştirilir? Ve dindar kadın neden çalışmak zorunda kalır?

Kendisine talip olan dindar erkeğin istediği şekle girmek için.

 “çalışmak istiyorsa çalışsın ama işten geldiğimde soframı önümde isterim”, “çocuk da yapsın kariyerde, mantı da sıksın kemerleri de”, “şiş de yanmasın kebap da”

Bu kadar kolaydır. Kadın daima kontrol altında, müdahale edilebilen, hızlı ve pratik, hizmeti sınırsız, duyguları kısıtlı bir varlık olmalıdır. Cebinizden çıkarıp masanın üzerine koyu verdiğiniz telefonunuz gibi… Hem çok yakın hem çok uzak. Hem gözünüz rahat olmalı hem gönlünüz. Maddi açıdan da manevi açıdan da tatmin eden ve manipülasyona açık olan bir konumda olmalı. Evi de evin ekonomisini de çekip çevirmeli. Her istenildiği zaman hazır ve tetikte olmalı… Böyle düşünmeye başlayan erkeklerin ben “hiç”leştiğini düşünürüm daima. Hayatın her ayrıntısını kadın şekillendirip, tüm faktörleri kadın belirlerse ve mükemmeliyete kadın daha çok yaklaşırsa o evde erkek, mükemmelliğin ortasında sırıtan kirli bir çoraba dönüşüyor demektir. Oysa evlilik teknik ve artistik açıdan karınıza tam puan vereceğiniz bir spor dalı değildir. Bu yüzden tahakküm eden dindar erkeğin bu düşüncesi kadar; bu şekle girmeyi kabul eden kadının düşüncesi de sakattır. Eşini sadece yazar kasa olarak gören erkekler olduğu sürece o kadim koruma içgüdüsünü kaybeden hanımlar da daima olacaktır. Merhametin olmadığı evlilikler böylece bir kalıp bir boru bir duvar olarak var olmaya devam edecektir.

Evde oturmak sözünden hizmetçi olmak sonucunu çıkardığı için.

“çalışmasın, dışarıya çıkmasın, evde otursun, bana yemek yapsın”

Evde nereye otursun istersiniz peki? Koltuğa? Mutfak sandalyesine? Eşiğe?  İsterseniz tek ayak üzerinde beklesin sizi.  Hatta hem tek ayak üzerinde beklesin hem de bir eliyle çorba karıştırıp diğeri ile saçını tarasın. “ kadınlar evlerinde otursunlar” kalıbını “evlerinde robot gibi çalışsınlar” diye algılayan dindar erkeklerin yarı Tanrı pozlarına yattığını düşünüyorum. Oysa kadının dinimizde çocuğunu emzirme zorunluluğu bile yok. Modern hayatın bir yağmur gibi yağan zehirli okları kadını evde de işyerinde de okulda da bulabiliyor, kalbimize her daim isabet edebiliyor. Tıpkı erkeklere isabet ettiği gibi… Burada birbirimizin tanrısı olmak yerine aynı tanrıya kul olmaya çalışmak tek çözümdür. Her koşul ve şart altında insan nefsinin isteklerini bilir ve günaha giden yolları tıkarsa çarpık sonuçları çözümlemek zorunda kalmaz. Evden çıkmayan bir kadının cep telefonu ile eşini aldatmasını da iş hayatı boyunca çevresindeki insanlara örnek bir hayat sergileyen kadının kazandığını da aynı terazide tartmak zorunda kalmayız o zaman. Her vakıa özeldir, her kadının duruşu kendine özgüdür… Bu yüzden dindar erkeğin çalışmayan hanım isterken aslında evine bir hizmetçi istemesi kadar evinin hanımı olmak yerine hizmetçisi olmayı kabul eden kadının düşüncesi de sakattır. Oysa kadın ve erkeğin doğasında var olan şey, arz talep meselesi değil adayıştırSevginin tavan yaptığı yuvalarda hanım; erkek istediği için değil kendini adadığı için saçındaki tokadan kalbindeki atar damara kadar neyi varsa erkeğin avuçlarına bırakır. Bu yüzden rabbimiz sükûn bulunacak eşler diye bahseder onlardan. Birbirlerine hükmeden, birbirlerinin fıtri alanlarına tecavüz eden eşler olarak değil.

Ekonomik özgürlük ile EGOnomik özgürlüğü karıştırdığı için

“hayat şartları zor, istekler çok”

 Bir lokma ve bir hırka sözü -bizim isteğimiz dışında olsa da- fantastik hale geldi. Bu zaman diliminde dünyaya gelmeyi biz seçmedik. Tüm oluşumlar yaratıcımızın takdiri. Ama bunu bahane olarak ortaya atmak sorumluklarımızı azaltmaz maalesef. Her şeyin “anında” yaşandığı şu zaman dilimi, tetris oyunun son bölümü gibi… Gökten sağanak halinde şekiller yağıyor ve biz evirip çevirip o şekillerle gedikleri tıkamak zorunda kalıyoruz. Böylece Ekonomik açıdan özgür olduğunu sanan kadın aslında modern zamanın gönderdiği şekilleri dini hayatına uygulamaya çalışan bir robot haline dönüşebiliyor. İhtiyacı olmadığı halde ve Allah rızasını kazanmak gibi ulvi bir amacı, Halka hizmetin hakka hizmet olduğu gibi bir düşüncesi olmadığı halde sırf kariyer, ego ve lüks yaşantı için çalışıyorsa dindarlığı da aile hayatı da zedeleniyor ve etrafındakileri zedeliyor demektir. Ve kendisini mutlu etmeyeceğini bile bile hak iddia ettiği her yerde bulundukça bu zedelenme devam edecektir. Bu noktada Tarkovski’nin şu sözleri ne kadar manidar: “Bunlar hakkında konuşuyor olmamız bir şeylerin yolunda gitmediğini gösteriyor. Sorun doğal bir şey olmalı. Fakat kazanılmış ya da kazanılacak kadın hakları, kadınların kendi kendilerini onaylamalarını sağlamayacak. Tam tersine, bundan sonra aşağılanmayı hissedecek. ‘Neden’ diye soracak kendine, ‘erkekten çok farklı bir insan olarak, bir erkeğin hayatını yaşıyorum?’ Bu sorunlar maneviyattan yoksun oluşumuzun işaretleri.”

Toplum dini vecibelerini yerine getirmediği için

Özellikle dindar erkeklerin tutumunu niye İslam değil de modern koşullar belirliyor anlamak mümkün değil. Başörtülü kızlar bir olumsuzluk eki gibi takılıyor her kelimeye. Her kelime olumsuz cümleler doğuruyor bu yüzden. Efendim okumasınlar, okurlarsa da çalışmasınlar, çalışırlarsa da evi ihmal etmesinler, çocukları boş bırakmasınlar, gerekirse evlenmesinler, avukat olsunlar ama mesleği bıraksınlar, öğrenci olsunlar ama öğretmen olmasınlar… -Diğer yandan rektörlerin de başörtülü kızlar hakkında aynı şeyleri söylemesi ilginçtir-

Oysa neden bir meslek edinir bir insan. Neden rabbimiz bazılarımıza diğerlerinde olmayan yetenekler ile donatmıştır. Her insanın mahir olduğu işler vardır. Bu doğrultu da kadının da erkek gibi kendini keşfetmesinde, yeteneklerini geliştirmesinde, çok zeki ise zekasını kullanmasında ne gibi bir sakınca olabilir. Ev ya da iş diye sosyal hayatı ikiye bölen insanlar dindar da olsalar bir üçüncü şık sunmadıkları için yavan kalıyorlar.Diğer yandan ihtiyacı olan kadının avuç açmasının sebebi yine Müslümanlar değil mi. Eğer ki dinimiz de dul kadının ve yetimin hakkı mevzusu sosyal hayata Müslümanlar tarafından işlenseydi bu gün aman dul kalırsa ortada kalır diye anneler kızlarının okumasını hayat-memat meselesi yapmazdı. Diğer yandan ‘hastaya maddi manevi yardım’ hakkı ile yerine getirilseydi, eşi hastalanan kadın çalışmak zorundayım diye çabaya düşmezdi. Eğer ki erkekler eşlerini bir başkası ile aldatıp ikinci kadın statüsünü olağan göstermeseydi bu gün her ihtimale karşı mesleğim elimde olsun diye okuyan kızlar olmazdı. Peki, erkekler bir gün hak vaki olur da ölürsem eşim ne yapar çocuklarıma kim bakar diye düşünüp eşine bir meslek edindirme çabasına düşüyor mu bundan da pek emin değilim

İşte dindar kadın en çok da bu ihtimal yüzünden okumak ve iş hayatında olmak istiyor. Toplumdan umudunu kestiği için, modern erkekten umudunu kestiği için, figüran rolune düşmemek için. Dul kaldığında sobasız bir evde çocukları ile gelecek bir tas çorbayı beklememek için. Son anda bir umudum olsun, açık bir kapım olsun diye bir meslek ediniyor kadın. Yıllarca okuyup alabildiğimiz üniversite diplomasını kanepelerin altında, gar dolaplarının üstünde işte bu yüzden saklıyoruz. Bu kadar basit.

Sonuç.

Şimdi bu yazıdan sonra adım feministe, lakabım artiste çıkacak ama olsun! Ben kariyer peşinde olan egosunu büyüten ve Allah rızasını arka plana atan kadınları savunmuyorum. Ben evde duran akşama kadar televizyon izleyip çocuklarına beş dakika ayırmayı çok gören kadınlara bir hak kazandırmak amacıyla da bunları yazmıyorum. Ben elbette kadının zayıf, iş hayatının yükünün ağır olduğunu da biliyorum. Üzerinde “görülmüştür” damgası bulunan her kadının tesettür ve ahlak açısından durmadan kendini yenilemesinin, dışarıda bulunduğu sürece o ağır zırhı taşımasının; ne denli zor olduğunu da biliyorum. Çoğu kez kadının sömürüldüğünü ve nesne haline getirildiğini de maalesef biliyorum.

Ama filleri* eğitmeye çalışan Hintlilerin hiç mi suçu yoktur. Hintliler önce fili üzeri yapraklarla örtülü bir çukura düşürürler. Sonra gece gündüz demeden filin uyumasına fırsat vermeden orasına burasına bıçak sokup küçük yaralar açarlar. Kükreyip tepinen filin yaralarına ve gözlerine tuz basıp file sahibinin kim olduğunu öğretmeye çalışırlar. Yedi gün sonra yabani ve özgür filden geriye bir şey kalmaz. Fil artık itaat eder ve sahibini tanır. Bunun gibi Dindar hanımların kabiliyetlerine, fikirlerine, hislerine, güven duygularına durmadan tuz basan erkeklerin, toplumun, dekanların, ailelerin hiç mi suçu yoktur peki. Kendisini başörtülü hanımların sahibi olarak gören ve onları kendisine itaate zorlayan eşlerin hiç mi suçu yoktur. Emanet olarak verilen varlığa sahiplik iddiası taşıyan dindar beylerin? Ve filleri evi yıkmaya zorlayan Ebrehelerin(sistemlerin) hiç mi suçu yoktur?

İşte tam da bu noktada gökten iki elma bir ayva düşüyor…

Birisi  “kabeyi yık” diyen Ebrehe’ye değil  “kabeyi yıkma” diyen Allah’a itaat eden fil kadınların başına. Ki onlar Çalışıyorsa evi bozmamak için, okuyorsa evi bozmamak adına, ev hanımıysa evi cennet bahçesine çevirmek tasasıyla didinip dururlar. Ve diğeri de evin geçimi konusunda endişeye düşmeyip, “o evini korur” diyerek evi sahibi olan Allah’a emanet eden Abdulmuttaliblerin başına. İşte ancak o zaman modern hayat denilen Ebrehe yenik ekin yaprağına dönüşür ve dünya denilen masal mutlu sonla biter…

Not: peki ya gökten düşen ayvaya ne oldu, o kimin başına düştü diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Efendim gökten düşen ayva da benim başıma düşüyor. Bu yazıyı yazıp kadim polemiğe bir tas su daha taşıdığım için, adım feministe çıkacağı için, kadınların çalışamaya hakkı vardır ama ihtiyacı yoktur/olmamalıdır demeye çalıştığım için, her iki tarafa da mail olmadığım için…

(Sibel Eraslan)

Bereketin Sırrı

Sabahın ilk saatlerinde şirketteki odamdan içeri pek giren olmaz. Genelde problemler üretim hız almaya başladığında çıktığından mıdır nedir… Alışık değilim gelene gidene o saatlerde.

Fakat geçtiğimiz pazartesi günü sevdiğim bir arkadaşım yüzünde kocaman bir gülümseme ile erkenden geldi ofisime. Bir defa daha düşündüm gülümsemenin her insana yakıştığını ve bu şekilde girilen meclislerin o olumlu elektriği hemen yakaladıklarını. .

-Hayırdır? Diye sormadan edemedim. Nedir bu şen halin?

-Ya Rana..hani hep deriz ya “hiçbir iyilik karşılıksız kalmaz. Hele ana babaya iyiliğin mükafatı” diye

-Evet

-Bunu hafta sonu bizzat yaşadım.

Hoşuma gitti. Merak ile yüzüne baktım. Çekti bir sandalye oturdu yanıma. Heyecanla, gözleri pırıl pırıl bir halde anlatmaya başladı.

“Cuma akşamı çok yorgun gittim eve. Kafamda bir yığın maddi-manevi mesele, haftanın birikmiş sıkıntıları. Tüm hafta sonu sadece dinlenmek ve evden dışarı çıkmamaktı niyetim. Eşofmanları giyip uzandım kanepeye. O sıra telefon geldi. Baktım anne-babam telefonda. “Özledik sizi, torunlar burnumuzda tütüyorlar” diyorlardı. Ne olun gelin de görüşelim demeseler de sesleri her hali ile belli eder cinsten idi. Kapattıktan sonra telefonu tuhaf oldum. Hadi dedim bizim hanıma. Hazırla çocukları da annemlere gidelim. Hanım sevindi, çocuklar ayrı sevindi. Toparlanıp çıktık. O gece orada kalıp ertesi gün eve döndük. Babam kapıdan bizi uğurlarken “Sen bizi sevindirdin oğlum, Allah da seni sevindirsin, darda koymasın” dedi. İçim buruldu. Hürmetimi ifade edip çıktım yola. Eve geldik, az bir zaman geçmişti ki kapı çaldı. Bir ahbap “arkadaş, yakında bir binanın elektrik tesisatı çekiliyor, usta lazım dediler, aklıma sen geldin, eğer müsait isen yarın sabah görüşelim de şu işi bi yapıver, senin işler temiz olur” demez mi. Sevincimi anlatamam. O gelmeden birkaç dakika önce masrafları, bütçemizi düşünüp durmakta, ay sonunu nasıl getireceğiz diye hesap yapmakta idim. Nasıl sevindim bilemezsin. Pazar günü için sözleştik ve tesisatı tamamladım. Hatırı sayılır bir kazancım oldu. Gördün mü ya. Babamın o duası ne çabuk kabul oldu”.

En az onun kadar sevinmiştim bende. Ana-baba hakkının önemi üzerine hoş bir sohbet yaptık. Bizi gören bir arkadaş daha katıldı bu muhabbete ve haftaya başlayışımız böylesi güzel bir atmosferde oldu elhamdulillah. Sebep olanlardan Allah razı olsun.

Onlar yanımdan ayrıldıktan sonra aklıma Mektubat ta okuduğum şu satırlar geldi :

“Dünyada en yüksek hakikat, anne ve babaların evlâtlarına karşı şefkatleridir. Ve en âlî hukuk dahi, onların o şefkatlerine mukabil hürmet haklarıdır. Çünkü onlar, hayatlarını kemâl-i lezzetle evlâtlarının hayatı için feda edip sarf ediyorlar. Öyle ise, vicdanı olan her evlada düşen görev; o muhterem, sâdık fedâkar dostlara hâlisane hürmet ve samimi hizmet, rızalarını  kazanmak ve kalplerini hoşnut etmektir.”

Yüce Allah bir bebeği  dünyaya gönderildiği vakit rızkını  da beraberinde gönderiyor. Yaşlandıkları zaman tıpkı bir çocuk gibi hatta çocuktan daha da fazla merhamete muhtaç olan anne babalarımızın rızklarını da BEREKET olarak veriyor  İşte bu gerçeği bilen evlatlar da sürekli ana-baba duası alarak hem dünya hem ahiret saadetlerine muvaffak oluyor.

İnsan neyi isterse istesin (ister dünya saadetini, ister ahiret saadetini), her ikisine ermede saklı olan sır “ana –babaya hürmet ve iyilik” tir.

Allah bizi ana-babaya, evlada, akrabaya, topluma, vatana ve tüm insanlığa iyilik edenlerden eylesin. Hem dünya, hem ahiret saadeti nasip eylesin.

Allah ömür verir de yaşlanırsak eğer, bu güzel Hadis i şeriflerdeki müjdeler ile müjdelenmeyi nasip eylesin Rabbim. (AMİN)

Herhangi bir genç yaşlılığından dolayı bir ihtiyara hürmet ederse, Yüce Allah da yaşlandığında ona hürmet edecek kimseler halk eder. (Tirmizî, “Birr,” 15; Ebu Davud, “Edeb,” 58)

Düşkünleri görüp gözetiniz, zira siz ancak düşkünleriniz sayesinde yardım görür ve rızıklanırsınız. (Tirmizî, “Cihad,” 24; Ebu Davud, “Cihad,” 70)

Ana-babasına iyilik eden evlat, Peygamberlerle beraber Cennete girer. (İ.Rafii)
Ana-babasına iyilik edenin ömrü uzun, rızkı bereketli olur. (İ.Ahmed)

Ana-babanıza ihsan ederseniz, çocuklarınız da size ihsan eder. (Taberani)

Ana-babanın yüzüne merhametle bakana, hac ve umre sevabı yazılır. Ana-babanın yüzüne sevgi ile bakmak ibadettir. (Ebu Nuaym)

 

-Rana_