RanaColak

İncir Çekirdeği

İncir Çekirdeği zengin içerikli sohbetleriyle, edebiyatın satır aralarında bir gezintiye çıkarıyor.

Bir İncir Çekirdeği’nde, bildiğiniz ama daha da bilmek istediğiniz hayret dolu zenginliklerinizi keşfedebilirsiniz. Divan şiirini sevdiren adam Prof. Dr. İskender Pala ve Şair – Yazar Hilmi Yavuz ve Yazar Cezmi Ersöz edebiyattan hayata doğru insan merkezli her tür konuyu ele alacaklar.

İncir Çekirdeği her Salı farklı konularla edebiyatın derin hazinesine yolculuğa çıkarıyor.

Bu gizemli hazine, İncir Çekirdeği her Salı saat 20.45’te 24 ekranında .

Kim Hasta ?

Sıradan bir hafta sonuydu. Tatilin tadını çıkarmak adına geç saatlerde kalkmış, kahvaltı yapıp, “bugün ne yapabilirim, geriye kalan vaktimi nasıl değerlendirebilirim” diye düşünürken cep telefonum çaldı. Çalıştığım hastaneden arıyorlardı. Ne olabilirdi ki? Umarım tatilimi mahvedecek bir şey değildir, diye düşündüm.

Görevli arkadaş icapçı hemşire olduğumu, İstanbul’a bir hastanın götürüleceğini ve en geç 20 dakika içerisinde hazır olup hastaneye gelmem gerektiğini söyledi. Ben de hazırlandım tabi, ama söylene söylene. Nerden bilebilirdim bu yolculuğun hayatımı değiştireceğini!

Hastaneye geldiğimde ambulans hazır halde beni bekliyordu. Fakat hasta yoktu. Evinden alınıp sonrasında daİstanbul Fatih’teki evine bırakılacaktı.

— Oh, dedim, demek ki hastanın önemli bir problemi yok. Gerekli malzeme kontrollerini yaptıktan sonra yola koyulduk.

Hastanın evine vardığımızda bir doktor karşıladı bizi. Hastanın ilerlemiş bir beyin tümörünün olduğunu ve yapmam gerekenleri bir bir anlattı. Hastayı sedyeyle ambulansa aldığımızda bilinci yarı açıktı. Bazen bizi işitiyor, bazen de derin bir uykudaymışçasına hiç konuşmuyordu. Eşi de yanında refakat etmekteydi. Bir süre bu şekilde gittikten sonra hasta idrarının geldiğini söyledi. Bir ördek yardımıyla bu işi hallettik. Sonrasında da eşinin kulağına bir şeyler fısıldadı.

— Eşinizin ağrısı mı varmış, dedim.

— Hayır, namaz vakti geldi mi diye soruyor, dedi. Abdest alacakmış da.

— Nasıl yani, yerinden bile kalkamıyor, nasıl abdest alacak! Üstelik verdiğimiz ilaçlar devamlı idrar yaptırır ve abdesti sık sık bozulur, o zaman ne yapacağız?
Hastanın gözleri ilaçların etkisiyle yavaş yavaş kapandı ve derin bir uykuya daldı. Belli bir süre bu şekilde devam etti yolculuğumuz. Hasta bir ara gözlerini aralayıp:

— Namaz vakti geldi mi, dedi.

— Evet, dedi karısı.

Hasta, ambulansı uygun bir yerde durdurup, kendisi için bir tuğla parçası arayıp aramayacağımı sordu:

— Tabiî ki ararım, dedim. Ama ne yapacaksınız ki tuğla parçasını?

— Abdest alacağım hemşire hanım, dedi bitkin bir şekilde.

Aman Allah’ım, “yoldayım” diye kılmadığım, “uykusuzum” diye kazaya bıraktığım, “biraz sonra kılarım” diye ertelediğim namazlarım geliverdi aklıma.
Ambulansı bir tesiste durdurduk ve bir tuğla parçası aramaya koyuldum. Birinci adım, ikinci adım derken bir de baktım ki tuğla parçası karşımda duruyor. Sanki bilinçli bir el onu benim almamı istercesine oraya koymuş gibiydi âdeta.

Tuğla parçasını aldım, hastaya verdim. Taşı karnının üzerine koydu ve yolculuk boyunca her abdesti bozulduğunda teyemmüm edip abdest aldı ve ardından namazını eda etti. Bilinci yerindeyken, dudaklarında hep bir mırıltı, durmadan dua ediyordu.

Allah’ım nedir bu yaşadıklarım. Bu insanlar gerçek olabilir mi, diye geçiriyordum içimden. Yerinden kalkamayacak kadar hastayken “namaz vakti geldi mi” diye soruyordu adam. İmkânsız olduğunu düşünürken tuğla parçasını bulmam, adamın devamlı teyemmüm abdesti alması o kadar garibime gitmişti ki…

Başım ağrıyor, romatizmam var, ayaklarımda mantar var, uykusuzum, yorgunum, işlerim çok yoğun gibi bahanelerle abdestten, namazdan kaçanlar var ya, onlar geldi aklıma. Kendim geldi aklıma. Utandım, yıkıldım ve o adamı tanıdıktan sonra namaza dört elle sarıldım, sanki namazla yeniden dirildim.

Sanırım, hastanın sonunu merak ediyorsunuz. Hasta kısa bir süre sonra vefat etmiş. Nasıl öldüğünü tahmin ediyorsunuzdur herhalde.Nasıl yaşadıysa öyle.

Sibel GÜNAYDIN

—————–

Sevgili Ayşe Reşad ablamın gönderdiği bu yazıda, adeta babamı okumuştum…

80 küsür yaşında, her iki bacağı protezli, desteksiz yürüyemeyen, 2 yıldır sonda takmak zorunda olan, ikinci seviyede alzheimer hastalığı bulunan babam sadece namazı biliyor , sürekli namaz kılıyor. Unutuyor, aynı vakti yeniden kılıyor. Kulağı ezanda, gözü takvimde.  Sorduğu en sık soru “ezan okundu mu,  duydunuz mu?” 🙁

Hakikaten insan nasıl yaşarsa ömrünün son yılları da o şekilde geçiyor .

Vefa Apartmanı – Sadık Yalsızuçanlar

 

Sadık Yalsızuçanlar’ın kitabı Vefa Apartmanı yaklaşık 1 yıldır raflardaki yerini aldı. Yazar kitabında Menderes hükümetinde Ulaştırma, Milli Eğitim ve Bayındırlık Bakanı olarak yıllarca hizmet etmiş ve 27 Mayıs 1960 darbesi sonrası ömür boyu hapis cezasına çarptırılmış Tevfik İleri’nin hayat hikayesini anlatıyor.

Cezaevindeyken kansere yakalanan ve bunun sonucunda hayatını kaybeden Tevfik İleri’nin çocuklarıyla bir araya gelen Sadık Yalsızuçanlar, eski bakanın eşi Vasfiye Hanım la aralarındaki mektuplaşmaları yeni kitabı Vefa Apartmanı’nda okurlarla paylaşıyor.

 

Kitabın Arka Kapağı:
‘Allah var. Büyük Allah var. Her şeyi görüyor, biliyor. Gördüğüne ve bildiğine inanıyorum. Gerisi laf u güzaf. Yapılacak tek şey tebessüm etmektir. Size mal mülk, servet bırakmadım. Yalnız, size, şerefli, namuslu, erkek bir ad bırakabildim. Hiçbir zaman başınız yere bakmayacaktır. Bununla müteselliyim, siz de bununla iftihar edeceksiniz.’
Tevfik İleri
24.9.1961, Kayseri Cezaevi

Ulaştırma, Milli Eğitim ve Bayındırlık Bakanı olarak yıllarca başarıyla çalışmış, Adnan Menderes’in yakınında bir devre tanıklık etmiş, Yassıada’da yargılanıp idama mahkûm edilmiş bir bürokrat… İdam cezası ömür boyu hapse çevrilen, kanserin pençesinde kısa sürede mum gibi eriyen Tevfik İleri… Ailesine yalnız şerefli, namuslu bir ad bırakan Hemşinli Tevfik…

Tevfik İleri’nin Hemşin’den Vefa Apartmanı’na uzanan hikâyesinde yalnız bir “adam”ın hayatı değil, bir ailenin, bir ülkenin tarihi gizleniyor satır aralarına. Çalışma hayatı boyunca tuttuğu günceler ile Yassıada ve Kayseri Cezaevi günlükleri, Tevfik İleri’nin şahsında bir dönemin tarihini anlatıyor.

 

Kitaptan bir kaç satır:

Öyledir efendim, dünyanın hayal olduğunu bile bile ona kanarız. Rahmetli babamı hastanede bir deri bir kemik görünce bunu iliklerime kadar hissetmiştim. Annem, elini tutup yaşlı ve hala ona aşık gözlerle baktığında, “Vasfiyem” demişti, “ne diyordu Hazret, ‘Allah gayrı değil ki ona vasıl olasın. Perde olan senin kendi varlığındır. Sen sensiz Allah’a git, aranızdaki, engel hep senin senliğindir’”

——

Varlık beyannameni yazman zor olmadı. Cesaret, onur ve dürüstlükten başka bir varlığın yoktu…

——

Annem, evin geçimi konusunda dikkatli davranırdı. Ay sonunu zor getirirdik. Şimdiki milletvekilleri, bakanlar gibi değildi. Zaten kirada oturuyorduk.

Giyim kuşamımız da mütevazı idi. Okul kıyafetlerimizi birkaç sene giyerdik. Ayşe’yle eteklerimizi annem biraz uzun tutardı, katlardı. Tabi boyumuz uzadığı için, her sene söker biraz uzatırdı. Birkaç iz olurdu ne kadar ütülense de… Bir gün öğretmenimizin tahtaya kaldırdığında, rengi solmuş, birkaç dikiş izi olan eteğime bakıp, ‘bak sen, kızımızın boyu ne kadar da büyümüş…’ diyerek beni teselli ettiğini hatırlıyorum. Bundan bir kompleks de duymazdık biliyor musunuz? Yani evde bu konuşulmazdı bile.

Cahide Hanım o günleri yeniden yaşıyor. Çileli, sade bir yaşam… Bakan kızı olarak okulda üç yıl aynı formayı giymek ve bunu dert etmemek için insanın nasıl bir iç dünyası olması gerektiğini insan onları seyrederek anlayabilir.

——

Öyle gelen gidenleri çok olurmuş. Erzurum’da da öyle, Çanakkale’deki hayatları da öyle. Üç dört sene kalıyorlar. Oradan ayrılırken bütün Çanakkale yollara dökülüyor ve kilometrelerce gelip uğurluyorlar. Enteresan bir şey, şimdi onu düşünüyorum. O zaman siyasetçi değil, mühendis. Hep öyle bir temayüz etmiş, hakikaten ortada bir insan. Çanakkale’de biliyorsunuz 18 Mart’ta, milleti ilk defa toplayıp şehitliklere götüren babamdır, öğrencileri ilk o götürüyor oraya.

——

Ulus gazetesinde her gün babamla ilgili gerçekdışı yayınlar yaptılar. Hatta hatırlıyorum babam, sabah gazeteleri okurken, aleyhinde bir haber çıkmamışsa, anneme, ‘Vasfiye’ derdi, ‘demek ki dün, milletimiz için hayırlı bir iş yapmamışız.’

——

Yasssıada’ya gönderdiğimiz mektuplarda ‘sevgilim, canım, hayatım babacığım’ yazınca, mektupları denetleyen görevli, ‘sevgilim’i daire içine alıp bir ok işaretiyle boşluğa çıkarır, soru işareti veya ünlem koyar, bazen bununla da yetinmeyip ‘Hiç uygun değil!’, ‘Ne demek istiyor?’ gibi notlar düşerdi. Oysa biz ona aşıktık.
Doksan kilo girdiği Kayseri Cezaevi’nden Ankara Hastahanesi’ne kırk dokuz kilo olarak taşındı, cemale gittiğinde kırk dokuz yaşındaydı

——

Gençliğinden beri hayatı sert mücadeleler içinde geçmiş ve nihayet Yassıada’daki duruşmalar sırasında başı dik hali ile öne çıkan babam gerçekten hislerini yoğun yaşayan ve gözyaşlarına hâkim olamayan bir insandı. Hafızamda böyle iki olay yer etmiş. Biri radyodan naklen yayınını beraberce dinlediğimiz üç-bir’lik Macaristan galibiyetimiz, biri de bize yüksek sesle, sonradan Rahman suresi olduğunu anladığım bir Kur’an okuyuşu. ‘Erkek ağlamaz’ sözünü beğenmez ‘İnsan olan ağlar’ derdi.

——

Oturduğumuz ev üç oda bir salondu. Odalardan biri, içinde babamın kütüphanesi ve yazı masasının bulunduğu bir çalışma odası idi. En küçük, fakat konum itibariyle en en güzel oda buydu. Benim yaşım biraz ilerleyip de ablalarımla beraber yattığım odadan ayrılmam gerekince orası benim odam oldu. Babam zaten pek evde bulunmazdı, ama ara sıra o odaya girmek isterdi. Artık oda benim olduğuna göre önce, ‘Oğlum müsaade eder misin biraz odanda oturayım’ derdi. Ondan korkmazdık. Onu gücendirmekten ve saygısını kaybetmekten korkardık. Onun bizi beğenmesi, bizimle iftihar etmesi çok önemliydi bizim için.

***

Sadık Yalsızuçanlar ile yapılan bir söyleşiden :

Vefa Apartmanı isimli son eseriniz Türk edebiyatı içinde ve kendi külliyatınız içinde nerede konumlandırıyorsunuz? Tevfik İleri, “anılmazsa olmaz”larınızdan mıydı?

Anılmazsa olmazlardandı benim açımdan Tevfik İleri çünkü Vefa Apartmanı yani Tevfik İleri’nin eşinin ve çocuklarının yaşadığı Kocatepe caminin karşısındaki Vefa Apartmanı’nın içindeki hikaye benim açımdan çok özel bir hikayeydi, çok ilginç bir hikayeydi. Kendi yaşamımla da çok ilgiliydi. Birçok insanın babası, dedesi tutuklanmış, işkence görmüş, yatmış. Benim öyle bir tecrübem yoktu tabi geçmiş büyüklerimle ilgili ama 78 yılında Hacettepe’de Türkoloji okumak üzere geldiğimde kaldığım öğrenci evine yüz metre mesafede ve her gün önünden birkaç kez geçtiğim bir apartman Vefa Apartmanı.  Tevfik İleri’nin yaşamı bizim toplumsal ve ahlaki kültürümüz açımızdan, ortamımız açısından bilhassa siyaset kültürümüz açısından son derece ibret verici. On yıl boyunca bakanlık yapmış olmasına rağmen bir evi yok. İşte çocuklarına zaten son vasiyet niteliğindeki mektubunda da belirtir bunu. “Size mal mülk, para bırakmadım. Şerefli ve erkek bir ad bıraktım. Siz de bununla iftihar edeceksiniz” diyor. Gerçekten son derece haysiyetli namuslu bir adam. Elli yaşında ölmüş. Son bir yılı büyük acılarla geçmiş. Tabi Yassıada’da çok acılar çekmiş. Bakanlık yaptığı veya mühendis olarak çalıştığı dönemlerde Nazım Hikmet gibi yüreği hakikaten memleket vatan sevgisiyle dolup taşmış. Hatta o zaman nişanlısı olan Vasfiye hanıma yazdığı ilk mektubunda “Memleketimizi seveceğiz, sonra birbirimiz seveceğiz” diyor. Böylesine de bir memleket romantizmi olan bir adam. Ayrıca çok nazik bir adam, narin bir adam, centilmen bir insan. Edebiyatla çok ilişkili bir insan, çok okuyan bir insan.

İleri’nin mektuplarında, “aşk mektupları”nda, büyük bir liriklik göze çarpıyor, her şeyden evvel. Katı ve soğuk bir dünyanın içinde, böylesi mektuplar yazan bir simanın kitabını yazmanın ilk karar anının merak ediyorum. Sizi buna iten ne oldu tam olarak?

Özellikle  onu seçtim, benim ilgimi çekti çünkü tam da belirttiğin gibi katı ve soğuk bir dünyanı içinde aşk mektupları yazan bir siyasetçi. Biz modern zamanlarda aşkı lanetleyen bir kültüre doğru evrildik, bir algının içerisine girdik. Geleneğimizde oysa sultanlar, padişahlar aşk şiirleri yazmışlardır. Cengaverler, savaşçı sultanlar aynı zamanda bir elinde kılıç tutan yöneticiler aynı zamanda büyük muazzam lirik aşk şiirleri yazmışlardır. Geleneğimizde aşkı yücelten bir eğilim varken, modern zamanlarda hakikaten aşkı lanetleyen bir yere doğru savrulduk. Bir de tabi bir duygu durumu olarak aşkla “bir yaşantı olarak aşk” arasındaki farkı da burada test etme imkanımız var Tevfik İleri karısını ilk tanıdığı ve sevdiği an gibi ölene değin sevmeyi ve ona çok incelikli davranmayı korumuş bir adam. Asıl benim ilgimi çeken bu. İnsanların birbirlerine saygılarını yitirmemeleri için ne yapmaları gerektiğine ilişkin için çok fazla fikri olduğunu zannetmiyorum. Hele belli bir yaşantıya dönüştüğünde bir yüz göz olma durumuyla birlikte. Giderek belki bazen bir çatışma ve bir savaş meydanına dönüşebiliyor aşk yaşantıları. Tevfik Bey’de bunun aksi bir örnek görüyoruz. Bu son derece ilgimi çekti benim. Ayrıca hani birleşince kavuşunca aşk biter, irfan başlar derler.  Tevfik İleri ve karısında bu irfanın yanı sıra aşk da birlikte yürümüş, devam etmiş gerçekleşmiş. Bu da tabi çok ilgimi çekti. Bu yüzden Vefa Apartmanı’nı yazmayı özellikle istedim.

 

 

İllaki okunmalı, okunmalı, okunmalı…

 

Cam Kırıkları

Anahtarı “…gelip alacak eşyalarını, sonra ben alırım bana ait olanları, sende kalsın” diyerek bıraktı.

Boşandılar.

….  aldı eşyaların bir kısmını

Ve dün akşam anne-babası geldi, kalan son birkaç şeyi daha götürmeye

Evde ölüm sessizliği…

*******************************************

Ne zaman bitmişti ?

Bitene çare yok muydu ?

Kaç kere sallandı bu evlilik,  kaç deprem geçirdi ?

Zayıflayan temelleri onarım göremedi m ?

Kaç kere göz yaşı döküldü bu oda içlerinde?

Bilmiyorum…

Hiç anlatmadı ….

Anlatsa bir şeyler değişebilir miydi ? Onu da bilmiyorum….

*******************************************
Dağılan bir evin enkazı arasında dolaştığınız oldu mu.

Umarım olmamıştır…

*******************************************

Çömeldim öylece olduğum yere.

Yerde bir resim…. Ne güzel de gülmüş…

Ne güzel kadındın sen her halinle.

*******************************************

Bileklerimi kesti acının cam kırıkları.

Kanadım sessizce duvar dibinde

29/mart/2006

Rana Çolak

“Allah nerede?” Sorusuna Nasıl Cevap Verilmelidir?


Bu soruya verilecek cevapları, çocukların yaş dönemleri dikkate alınarak üç kategoride toparlıyoruz.
a) Yedi yaşına kadar olan çocuklar
Bu yaş grubundaki çocukların “Allah nerede?” sorusundaki kastı, ismini duyduğu şeyleri zihninde şekillendirme çabasıdır. Çocuk, en iyi bildiği kavram ile, yeni duyduğu şey arasında kıyas yaparak çevreyi tanımaya çalışır. Örneğin, çocuğa, “Bir hafta sonra teyzene gideceğiz.” denildiğinde, çocuk “bir hafta”nın ne demek olduğunu henüz bilmiyorsa, “Yedi kere akşam olacak, ondan sonra gideceğiz.” diye açıklama bekler. Yani çocuk, bir önceki tanıdığı ile bir sonraki tanınacak arasında ilişki kurarak hayatı algılamaya çalışır. Bu itibarla, çocuk eğer “Allah çoook uzaklarda…” diye duymuşsa, bu uzaklık çocuğun zihninde bir şeylerle kıyasa tâbî tutulacaktır. Ankara kadar uzakta… İstanbul kadar uzakta… Yıldızlar kadar uzakta gibi… Bu sebeple bu yaş grubundaki çocuklara verilecek cevaplar, bir mesafe, şekil ve görüntü içermemeli, aksine, ileriki yaşlarda kendisinde merak hissi uyandıracak, Allah arayışını kesmeyecek cevaplar olmalıdır. Bu hassasiyet gözetilmeden verilecek cevap, zihnin bir köşesinde alarmı kurulmuş bir soru olarak, her an mevcudiyetini korumaktadır.
Bu sebeple yedi yaşına kadar olan çocuklara verilecek cevap konusunda, çocuk ile âile arasında şu iletişimi tavsiye ediyoruz… “Oğlum, ağaçları yaratan Allah… Kuşları yaratan Allah… Çiçekleri yaratan Allah… Bizleri yaratan Allah… O’nun yarattığı her şeyi etrafımızda görüyor, hissediyoruz… Ama O nerede ben bilemiyorum… Hissediyorum, O her an bizimle… Ama bilemiyorum nerede…”
Bu yaştaki bir çocuğun “Allah nerede” sorusuna aradığı cevap, filozofik, tasavvufî ve  ilmî derinlikte ve yoğunlukta olmamalı, aksine, verilecek cevap, bir sonraki zihinsel yaşta verilecek cevaba hazırlık niteliği taşımalıdır.
b) 8-14 yaşına kadar olan çocuklarda
Bu yaş grubu çocuklara verilecek cevapta, akıl ve mantık ön planda olmalı veya soruya, soru ile karşılık verilmelidir. Çocuğa kendi zihnî kapasitesi ölçüsünde, ufuk ve düşünce boyutu açacak yaklaşımlar sergilenmelidir. Örneğin: “Allah’ı görmemiz mümkün değil… Nasıl mı? Örneğin bana «hava»yı gösterir misin? Gösteremezsin… Çünkü gözlerimiz her şeyi göremiyor… Göremiyoruz, ama havanın varlığını her an her yerde hissediyoruz.
İşte bunun gibi, Allah’ın varlığını, her an her yerde hissediyoruz… Çiçekleri yaratışından hissediyoruz ki, hemen yakınımızda… Kuşları yaratışından hissediyoruz ki, bizimle beraber… O her an, her yerde… Nefes alırken, uyurken, uyanıkken, hep bizimle…” çerçevesinde bir yaklaşım sergilenmelidir.
c) 15-21 yaşları arasındaki gençlerde
İşte bu yaş grubundaki gençlere, tasavvufî açıklamalar yapılabilir.  Yani, “Allah kalbimizde… Eğer kendimizi ve kalbimizi keşfedebilirsek, O’nun bize şahdamarımızdan daha yakın olduğunu göreceğiz…” ya da, “O, kâinâtı her an kuşatmış hâli ile her an, her zerrenin hâkimi ve sahibi…” anlayışında bir iletişim içinde olunmalıdır.
Adem Güneş

Donde Voy

[youtube=http://www.youtube.com/watch?v=axisKRaOHm8&feature=related]

 

song by Chyi Yu;

All Alone I Have Started My Journey
To The Darkness Of Darkness I Go
With A Reason,I Stopped For A Moment
IN This World Full Of Pleasure So Frail
Town After Town On I Travel
Pass Through Faces I Know And Know Not
Like A Bird In Flight,Sometimes I Topple
Time And Time Again,Just Farewells
Donde Voy,Donde Voy
Day By Day,My Story Unfolds
Solo Estoy,Solo Estoy
All Alone As The Day I Was Born
Till Your Eyes Rest In Mine,I Shall Wander
No More Darkness I Know And Know Not
For Your Sweetness I Traded My Freedom
Not Knowing A Farewell Awaits
You Know,Heaers Can Be Repeatedly Broken
Making Room For The Harrows To Come
Along With My Sorrows I Buried
My Tears,My Smiles,Your Name
Donde Voy,Donde Voy
Songs Of Lovetales I Sing Of No More
Solo Estoy,Solo Estoy
Once Again with My Shadows I Roam
Donde Voy,Donde Voy
All Alone As The Day I Was Born
Solo Estoy,Solo Estoy
Still Alone with My Shadows I Roam