Kâinatta neye baksanız bir dönüşün cezbesi içinde hep bir merkeze doğru yol almaktadır. Hep aynı noktaya tekrar tekrar yönelme ve hep aynı yere tekrar tekrar ulaşma talebi. İnsanoğlunun,hevalarının ve heveslerinin(masiva ve dünya ilgilerinin) çevresinde dönüp durması da,kendini bu hevadan başka bir makama yönlendirmesi de hep o cezbenin dönüşü;hep o aşkın meşkidir. Âşığa gelince;sevgilinin çevresinde dönmekten gayri elinden ne gelir ki onun? Sevgilinin bulunduğu yerde dönüp durmaktan başka ne yapabilir? Düşüncesi onun merkez olduğu hayalllerde,ayakları onun bulunduğu mahallelerde,rüyaları onun renginde,senaryoları onun yönetmenliğinde… Karar ta ezel gününde verilmiş bir kere…
En evvel aşk idi;hâlâ ki aşktır…
Aşk ki yaratılıştır;geriye ne kalır!?..
İskender Pala
Efendimiz buyurdular:
Çocuklarınıza ikramda bulunun;(yani)onları güzel terbiye edin. (ibn Mace)
Helal süt ve helal sevgiyle eğitilmiyorsa bir çocuk, bozuk biçimli bir yetişkinden öte nedir ki?!..
Birinci…
Beşiğine yıldızlar yağan çocuk, seni seviyoruz!
Yanaklarından derlediğimiz gülüşleri büyütürken içimizde, sana sultan dedik ve bitmeyen ninniler dinledik minicik kelimelerinde, sonsuz hayaller yaşadık. Kadife rüyalarımızda sınırsız ülkü olup ipek yapraklarla açan bir tomurcuktun sen, sevdalar uğuru, süveydalar nuru. Ruh güzelliğin yüzündeki güzellikçe çoğalsın istedik; kitabımıza ismini, duvarımıza resmini koyduk. Biz iki çocuktuk, seni büyütürken büyüdük.
İkinci…
Kollarında ışıklı dünyalar taşıyan çocuk, seni seviyoruz.
En güzel rüyayı geleceğin için gördük, ve bütün biyografini bir peri masalından yola çıkarak yazdık. Issızlığın canhıraş hıçkırıklarını elediğimiz zamanları neşeli avuçlarında erittik. Bir prenses idin sen, masalları çalınmış kelebeklerin ve balı emilmiş peteklerin tesellisi. Böğrümüzden sepken dökülen gecelerde, gönül ferahımız idin sen. Hayatın anlamını keşfettikçe nazenin çocukluğunda, gitgide anne olduk, baba olduk.
Üçüncü…
Ak köpüklü maviliklerde iksir arayan çocuk, seni seviyoruz!
Güzel güzel yerlerde güzel isimlerle çağırdık seni, alperenlerce büyüttük hayallerimizde. Masala dönen yıllarda unuttuğumuz sisler arkasındaki derin teessürlerimizin perdelerini yırtan küçük şehzade sen ol istedik; ve mağrur bilgileri derleyen uçurtmalarını saldık göklere yıldız yıldız, umut umut… Sen büyürken biz kemâle ermiştik.
Ve diğerleri…
Afganistan’ın, Filistin’in ve sokakların çocukları… Misketlerine kurşun isabet eden, oyuncakları hiç tanımayan çocuklar. Sesi karanlığa karışan ve Kaf dağında simurglarla yarışan çocuklar. Hüzünlü seherlerin kor kor damlalarla parlayan hakikatlerini, âvâre gözyaşlarında yıkayan çocuklar. Taş döşeklere uzanıp karlara yorgan diye örtünen, beyazlığa açık pencerelerden bulgur bulgur şefkat dilenen serçeler. Sevgilerinin hülyalı şarkısında annelerinin, babalarının hicranı bestelenirken kahırlarının inzivasında mezarlıkların çigan estiği çocuklar. Kendine vurgun denizlerin imbatlarında buğulu bir camı bile olmayan evlere hasret çocuklar.
Sevdalarına çarmıhlar kurulan ceylanlarımız bizim, uzaklardaki çocuklarımız!.. Başında kar, özünde bahar yaşayan; ve vermediğimiz sevgileri yaprak yaprak gönüllerinde taşıyan çocuklarımız.
Kemiğinin zarafetinden belli olur bir çocuğun cesedi, ve talihlerini kesmeyen bıçaklar etlerini keser dar sokakların izbe çığlıklarında. Bir melek “anne!” der, bir çiçek “baba!” söyler son nefesinde… Korkusu gece olan, korkusu yalnızlık olan çocuklarımız sokaklarda hâlâ ölmeyi bekliyorlar geceden ve yalnızlıktan korkarak.
Gözyaşları denizlere ulaşmada çocukların, âh ateşlerinin kıvılcımları güneşi tutuşturmada. Yıldız değil gördüklerimiz, gözyaşlarıdır savrulmuş yavrucakların. Çarptıkça kırılan kalplerinde çobanlar ve çıngırak sesleri ve karabaşlar yollarını yitirdiler. Badem şekeri ve leblebilerle dolu ceplerinde bir tek gözyaşları kaldı tane tane… Gül iken küle döndüler.
Havai fişek diye bakıyor çocuklar artık bomba yalımlarına, kuyruklu yıldız niyetine seyrediyorlar füze ışıklarını. Noel babanın hediyesi patriotların, scudların enkazından kendilerine oyuncak üretiyor minicik elleri… En coşkulu derelerde dolunayların öptüğü kumrucuk alınlarını, şimdi damperli kamyonlar çiğniyor. Ve yarısı yaşanmamış hayatlarını yarısı kirlenmiş bir dünyada bırakarak küsüp gidiyorlar bize, serviliklerin koyu gölgesinde birikiyorlar birer ikişer; kentleri, kıyıları, dağları, ormanları, anneleri, babaları, sevgileri yaşamadan… Yalnızca keloğlanı ve kırmızı başlıklı kızı alıyorlar yanlarına.
Biyolojik savaşlarda ölmez bir çocuk, asıl sevgisiz kalınca ölür. Ve “Git başımdan çocuk!”tan sonra binip giderler uçan halılarına çocuklar.
Kırk Güzeller Çeşmesi- İskender Pala
Geçtiğimiz perşembe gecesi uyumadan evvel Aziz Mahmut’a Veysel Karani Hazretlerini anlattım.
Tıpkı Aziz’in yaşlarındayken rahmetli babacığımın bana anlattığı gibi…
İlgi ile dinledi Aziz ve ardından o müthiş soruyu sordu:
-Anne…Ben de senin sözünü hep dinliyor, seni üzmüyorum ya. Bana da peygamber hırkasını giydirir mi Allah?
Tam o an üzerindeki örtüyü düzeltiyordum
-Belkide giydirir diyebildim
Örtüye sıkıca sarıldı ve
-Bak işte, hayal ediyorum ve hissediyorum dedi, gülümsedi.
Nâzım. Türk edebiyatının bu şaibeli ama çekici çocuğu. Kalpleri kategorize etmek mümkün olsaydı, “kalbi her güzel şeyden yara almaksızın kurtulamayanlar” sınıfına yazılabilecek olan bu romantik şair.
Bir roman kadar şaşırtıcı ve ancak hayat kadar acı olan hayatı üzerinde oynayan bütün kalemler “mavi gözlü dev”in çok tekerlekli bir savaş arabası gibi aşka çokça açık yanından bahsetmeden geçemezler. Aksi takdirde eksik kalır hikâyenin büyük parçası.
Nüzhet, Piraye, Münevver, Vera?
Sadece evlilikleri için söylemek gerekirse bile; “Nâzım’ın kadınları” diyebileceğimiz bu dört kadın, bir tek ilki, Nüzhet Hanım müstesna, onun nikâhına bir başka nikâhın bağını bozarak girerler.
Kaynaklar, Nâzım’ın dayanılmaz cazibesi önünde devreye giren aşkın hükmüyle hükmünü yitiren nikâh bağlarını tahlil etmek ile, bu evliliklerin zaten bozulası derecede kötü gittiğinden bahsetme zorunluluğu arasında salına dursun; gâhi aşkı gâhi hayatı işaret etmeye, gâhi birini gâhi o birini haklı çıkarmaya çalışadursun. Vâlâ Nurettin’e bakılırsa Nâzım ömrünce çok aşklıdır ama anınca çok aşklı değildir. Yani ki eş zamanda kalbi tek kadın için çarpar, kalbine kadınlar teker teker gelir teker teker giderler onun. Aynı anda iki aşkı, iki sevgilisi, iki kadını olmayışıdır belki de onu bunca aşka sahipliğinde “mazur” kılan, eğer geçekten mazursa.
Aşkın kaçınılmazı: Çile.
İlk ve son, Nüzhet ve Vera, ilk ve son ayrıcalığıyla dururken Nâzım’ın hikâyesinde, çile, en fazla da çileye sebebiyet veren Münevverin ve kelimenin tam anlamıyla ihanete uğrayarak güzelleşen Piraye’nin payına düşmektedir.
İkinci karısıdır Piraye, Nâzım’ın. Bu “kızıl saçlı bacı” tam on iki yıl bekler çok kısa bir süre birlikte olabildiği ve mutlu günlerinin hemen arkasından mahpus damlarına düşen kocasının yolunu. Zaman zaman gerçekleşen görüşmeler müstesna, ki bunların birinde hapishane kapısında oturup üçü, Nâzım, Piraye, Kemal Tahir; Gazzali’den rubailer okurlar, sadece mektuplara yani söze yüklenmiş bir aşk olur onlarınki. Böylesi bir rabıtada ise, baskın lisanıhâl olan aşkın bütün eylemleri kelâm biçiminde tezahür etmek mecburiyetindedir ve bu çok tüketici çok tehlikeli bir mecburiyettir.
Yine de bir kadının alabileceği “en güzel” mektupları alır Piraye, Nâzım’dan on iki yıl boyunca: Bunlar senin gözlerindir. Gökyüzü ellerin gibidir. Bunlar senin için oyduğum ahşap çekmecelerdir. Sevgilim, ah sevgilim! Lâkin merhamet yanı ihlâl edilmiş her bencil aşk gibi (gerçek aşk gibi?) teselli çizgisi bazen çekilmemiş mektuplardır bunlar: “Ve benim aşkımda merhamet yok ki teselli olsun”, 22/2/934. Ve ki bir şair “dünyanın en güzel yüzünü bembeyaz bir yatağın üzerinde” ağlatıp durmaktadır. Vaatler vaatler sonra… “Seni öyle mes’ut edeceğim ki kötü günlerin hatırasını bile bahtiyarlıkla anacaksın! (tarihsiz).
Böyle vaatler her zaman tehlikeli değil midir?
Niye ki bunca vaat, diye sorarken dışarıdan bakan yazıcı, öyle görünüyor ki şair kalbinin işleyişini anlamasak da anlayışla karşılayabileceğimiz Nâzım’ın aşkı törpülenip durmuştur. Çünkü zamana karşı dayanıklılığı daima şüphe götüren aşkın, en büyük düşmanı zamansa bir büyük düşmanı da yaşanmamışlık. En önemlisi de zaman geçedururken, hapishanede Piraye için çırpınışlarını, kimi Piraye’den para isteyişlerini, kimi -dokuma tezgâhı, oyma sanatı, çeviri, telif-, Piraye’ye para gönderişlerini içimiz sızlayarak izlediğimiz Nâzım’ın aşkı da her aşk gibi nihayetinde kendi çemberini kıramayan, kendi çapı kadar bir aşktır. Nâzım yazdıklarında samimîdir elbet. Az boz bir aşk değildir onunki. Çünkü âşıktır, üstelik şairdir. Ama doğrudur şairlerin kötü âşıklar olduğu. Çünkü şiir, şuur hâlidir. Şuur akıllılık demektir. Aşksa hepi topu bir cinnettir.
Nâzım’ın sebebi de bahanesi de vardır aslında: Aralarındaki dolayımın tek adı gibi görünse de aşk, yaşanma boyutu elden alınmış bir hapishane aşkının yaşanabileceği tek alan olan yazı boyutunda, ki kelâmdan başka bir şey olmayan yazı akla doğru çekedurur insanı, Piraye eksik kalmaktadır ona göre. Zaman zaman “Böyle bir mektup için üç sene yatılır vallahi” dedirtecek mektuplar alsa da Piraye’den, eksikliğin, yetmezliğin, azlığın adı koyulmuştur bir kere: “Zarfın içinden hapishane duvarı gibi bembeyaz kâğıtlar çıkmasa!” 23 Haziran 933.
* * *
Aşk ile sair bir kıymet arasında yapılabilecek mukayesede alternatif olarak önerilen tarafın kazanma şansının hemen hiç olduğunu baştan kabul etsek bile. Piraye’nin kömürsüz geçen kışlarını, tek başına büyütmeye çalıştığı çocuğunu, Nâzım’a destek olma çabasını aşktan da öte bir sorumluluk gibi yüklenişini ama bunu aşkla yapışını, hayatın türlü suret sert yüzleri arasına yalınkılıç dalışını ve hepsinden önemlisi Nâzım’ın sezdiği gibi “koskoca dünyadaki yapayalnızlığını” hesaba katmaya kalkışmak bile abes. Tam on iki yıl, hiçbir şey yapmamış olsa dahi tam on iki yıl, bir erkeği sadakatle beklemiş olmak bile bir kadını aşkın en büyük hak sahibi kılarken. Belli ki aşk Piraye’nin hakkıydı.
Ama aşkın bir hak ediş olmadığı da aşikârdı.
Piraye’de aradığı tutkuyu bulamadığını, üç ismi olan onu (Hatice Zekiye Pirayende) iki ismiyle kuşattığını ama üçüncü ismiyle kuşatamadığını fark eden Nâzım’ın bir fırtına gibi Münevver girer hayatına. Görünen o ki Piraye hayatın sertlikleri karşısında kaçınılmaz biçimde albenisiz kalan ve özgür tutsaklığında giderek ışığı sönen bir yıldızken, Münevver örselenmemiş bir kadın güzelliğidir. Ve Nâzım’la bir taşra cezaevininin müdüriyet odasında karşılaşmıştır. Kuzendirler, ilk karşılaşmaları değildir elbet, üstelik mazinin sayfaları arasında Münevver’in Nâzım tarafından mukabele görmemiş bir aşkı da kayıtlara geçmiştir ama Nâzım onu şimdi ilk kez “görmüştür”. Mazotlanmış tahta döşemenin -üzerinde duyulan yüksek ve ince ökçelerin tıkırtısından sonra bir Fransız parfümü çarpar Nâzım’ın yüzüne. Sersemletici. Bütün özlemlere ve bütün mahrum kalmışlıklara hitap edici. Ve erkek kalbi isteyicidir. İstekten! Bir mektup. İmzalanması için Piraye adına hazırlanmış bir boşanma dilekçesi. Bu kadar sade.
Ama kalplerin on iki yıllık tarihçesi bu kadar sade değildir.
* * *
Kadın kalbinin bilgi ötesi sezgisiyle Piraye, bu gidişin ayak seslerini önceden duymuş muydu? Muhtemel. Kuşku yok ki o, ölümcül darbeyle yaralanmıştı. Gururundan vurulmuş olmalıydı, kadınlığından, inancından. Abes yanıyla hayatın birdenbire yüz yüze gelmiş olmalıydı. Ama en çok da “aşktan” yara almış olmalıydı, aşk yanından. Ki hayatını aşkın üzerine kurmuş olmalıydı Piraye. Başka türlü bunca zorluğa nasıl göğüs gerilirdi ki?
Erkek kalbi, bir garip! Kemal Tahir’e hapishanede iken yazdığı âteş mektupların birinden öyle anlaşılıyor ki Nâzım; Münevver Hanıma hapishane ortamının cilvesiyle aniden tutuluverişinden rücu etmiş, yine Piraye’ye dönmek istemektedir. Aşkın yakıcı ilk etkisi yok olunca, ya da aşkın da yolları var ki tıkanınca, ak ile kara, akıl ile duygu, tutku ile minnet çatışmaya başlamış olmalıdır Nâzım’da. Kemal Tahir’e, sözü edilen mektupta, Piraye’yi yeniden fethetmeye çalışacağından, onun aşkını yeni bir aşkı kazanır gibi kazanacağına neredeyse emin olduğundan bahsetmektedir. Üstelik garip bir özgüven de taşımaktadır. Hatta zevkli bir deneyim olacaktır bu.
Yanılmaktadır:
Durmadan kuruyup durmadan yeşeren bahçeden geçmez iki kere aynı rüzgâr…
Geçmez.
Dökülen toplanmaz, adı aşksa, biten bir daha kendisi olarak başlamaz.
Ve olmaz! Piraye affetmez. Dönmez ona bir daha. Kısa zamanda boşanırlar.
Geçmişler olsun! Her şey bitmiştir. En fazla da aşkın karşılıklı yağıp duran büyülü müziği.
Belli ki onca şairliğine rağmen Nâzım, şiirden şaşırtıcı olan hayata ve hayattan da şaşırtıcı olan kadın kalbinin bazen ne kadar karmaşık çalışabileceğine yabancı kalmaktadır. Duygusu imbikten geçirilmiş bir kadın kalbinin; uğrunda ne kadar çok şey feda edilmiş ne kadar çok bedel ödenmiş bile olsa, aşkın, safiyetinden masumiyetinden bir kez şüphe duyulmaya başlanınca; yaşanabileceği akla bile getirilmeyenler yaşanıp da aşkın olmazlarına dair tahayyülün sınırları kırıldığında; her şeyi ama her şeyi, en fazla da kendisini feda edebileceğini bilmemektedir.
En fazla kendisini, çünkü Piraye ömrünün sonuna kadar Nâzım’ı sevmekten vazgeçmiş değildir. Ancak bekleme yanı inkâr edilmiş, görülme ve bilinme hakkından gönüllü vazgeçilmiş bir aşktır artık bu. Beklemeyen ve kendisini göstermeyi istemeden sadece sevmekle yetinen. Acı elbet. Ama bu kalbin sahibi aşkın en yetkin tanımıyla dikilmektedir karşımıza: Gerekçesiz aşk. Hapse giden yol, karmaşık ve çapraşık bir yığın gerekçeli karar içerir. Ancak en karmaşık olanı kuşkusuz gerçek aşkın gerekçesidir. Çünkü o gerekçesizdir.
Aşkın küllî lisanının susup da, bir telin kopup da, ahengin ebediyen kesildiği yerde sorulası en acı soru şudur artık: Aşk bir hak ediş mi? Ve evet Piraye için Nâzım artık sadece bir hak ediştir. Bu yüzden ki “gerekçesizliğiyle âşık” kadın, bütün cazibesini yitirdiğini ve Nâzım’ı çektiği çilenin karşılığı olarak sadece müstahak olduğunu fark ettiğinde, kendisine dönmek isteyen erkeğini reddeder. Bunun gururla ilgisi yoktur.
Ömrünün sonuna kadar hayatına hiçbir erkeği sokmadığı gibi özel odasını da hiçbir meraklı nazarın yağmasına sunmaz Piraye. Hatıralarla yaşamanın mümkün olduğu ondan öğrenilebilir. Oysa Piraye, Nâzım’dan ayrıldığında talipleri vardır. Azımsanır kısmetler değildir bunlar. Sadık, az üzücü, teselli verici. Teminatı muhakkak olan bir hayatı getirip Piraye’nin ayakları dibine sermeleri zor değildir. Temiz dürüst insanlardır. Onlar da Piraye’ye müstahak gibi görünmektedirler. Kabul etmez hiçbirini Piraye. Neden, diye sorulduğunda: “Nâzım’dan sonra kimi sevebilirim ki?” der.
Gerekçesi yok ki aşkı, tertemiz yaratılmışlıklarıyla sadece hak edebilen doğuştan şanssızlar hep kaybederken, “dünyanın en güzel yüzünü bembeyaz bir yatağın üzerinde ağlatanlar tutkuyla sevilenler olarak kalacaklar.
NAZAN BEKİROĞLU -Cümle Kapısı-
Herkese kendi rengindedir ölüm. İyi de görünür parlak bir aynada,kötüde. Aynada güzeldir güzelse yüz, çirkin yüz de çirkin elbet. Ölümden korkup kaçıyorsan eğer, kendi çirkinliğindir seni kaçıran. Ölümün yüzü değil çünkü çirkin olan, belki kendi yüzündür de aynada yansımıştır.iyinin de sende büyümüştür fidanı çünkü,kötünün de. Kendi elinle kazandığındır güzel de,hem çirkin de.Her doğan ölür elbet. Çırak ne olmuşsa yerin altında,usta da o olmuştur.Yalnız kalmak istemiyorsan gideceğin yerde eğer. İyilikten,güzellikten, doğruluktan evlatlar, dostlar, yoldaşlar edin kendine şimdiden. Geçip gitmede ömür. Umutlar hep yarın, yarın, yarın. Tükenen zamanı dolduruyor hep kuru kavgalar, boş didişmeler, faydasız gürültüler. Aklını başına al kardeş. Günü, bugün say; ölüm ki kaşla göz arasında; ölüm ki dudakla söz arasındadır.
İskender Pala
1 – ALLAH: Kendisinden başka ilah olmayan her şeyin gerçek mabudu.
2 – Er-RAHMAN: Dünyada bütün mahlûkata rızk veren.
3 – Er-RAHİM: Ahirette yalnız dostlarına, iman ehline rahmet eden.
4 – El-MELİK: Bütün mevcudatın gerçek sahibi ve tek hükümdarı.
5 – El-KUDDÜS: Bütün mahlûkatı maddi-manevi kir ve ayıplardan temizleyen.
6 – Es-SELAM: Her tür ayıptan uzak‚ her türlü afetten beri olan, kullarını da selim kılan.
7 – El-MÜ’MİN: Kullarına vadinde sadık olan. Kalplerde iman nurunu yakan ve kullarına güven veren.
8 – El-MÜHEYMİN: Bütün varlıkları ilim ve kontrolü altında tutan, görüp gözeten demektir.
9 – El-AZİZ: Kahreden‚ galebe çalan; sonsuz izzet sahibi olan.
10 – El-CEBBAR: Mahlûkatı mecbur eden; ne isterse istediğini zorla yaptıran.
11 – El-MÜTEKEBBİR: Sonsuz büyüklük ve azamet sahibi. Mahlûkata ait sıfatlardan yüce ve uzak…
12 – El-HÂLIK: Her şeyi yoktan var eden.
13 – El-BARİ: Mahlûkatı, yoktan‚ örneksiz olarak, aza ve cihazlarını birbirine uygun olarak yaratan.
14 – El-MUSAVVİR: Her varlığa münasip şekil veren, farklı suretlerde yaratan.
15 – El-GAFFAR: Kulların günahlarını tekrar tekrar ve çokça affeden.
16 – El-KAHHAR: Her şeye galip gelen ve bütün düşmanlarını kahreden.
17 – El-VEHHAB: Bol bol hediyeler veren.
18 – Er-REZZAK: Bol bol veren; rızka muhtaç bütün mahlûkata rızk veren.
19 – El-FETTAH: Kulları arasında hâkim olan. Her şeyi hikmetle açan…
20 – El-ALİM: Her şeyi en ince ayrıntısına kadar hakkıyla bilen.
21 – El-KÂBİD: Lütuf ve hikmetiyle istediğinin maddi-manevi rızkını daraltan.
22 – El-BÂSIT: Lütuf ve hikmetiyle istediğinin rızkını açıp genişleten.
23 – El-HAFİD: Zorbaları ve firavunları alçaltan, onları hor ve zelil eden, değersiz kılan…
24 – Er-RÂFİ’: Dilediğinin makam ve mertebesini yükselten, dostlarını yücelten; dilediğini aziz kılan.
25 – El-MUİZZ: İstediğine izzet ve şeref verip yükselten..
26 – El-MÜZİLL: İstediğini zelil edip alçaltan.
27 – Es-SEMİ’: Gizli-açık her sesi, her yalvarış ve yakarışı işiten, duyan.
28 – El-BASİR: Her şeyi bütün incelikleriyle gören.
29 – El-HAKEM: Hükmeden, her şeye hâkim olan; her hakkı yerine getiren.
30 – El-ADL: Doğru hüküm veren, zulmetmeyen. Allah mutlak âdildir; zulmü ve zalimi sevmez.
31 – El-LATİF: Lütuf ve keremi bol olan. Kulun isteğini yumuşakça ve kolayca veren…
32 – El-HABİR: Olan ve olacak her şeyi bilen, her şeyden haberdar olan.
33 – El-HALİM: Yarattıklarına son derece yumuşak muamele eden.
34 – El-AZİM: Büyüklüğünün sınırı olmayan, kendisine büyük ümitler beslenen.
35 – El-GAFUR: Kullarının günahlarını çokça bağışlayan, bağışlamaktan bıkıp usanmayan.
36 – Eş-ŞEKÜR: Rızası için yapılan işleri bol sevapla karşılayan ve mükâfatlandıran.
37 – El-ALİYY: Her şeyiyle yüce ve yüksek olan.
38 – El-KEBİR: Celâlinin (büyüklük) ve şanının yüceliğine hudut olmayan.
39 – El-HAFIZ: Her şeyi muhafaza edip koruyan.
40 – El-MUKÎT: Her şeye muktedir olan; her türlü mahlûkata uygun rızk veren.
41 – El-HASÎB: Kulların bütün fillerinin hesabını gören, her şeye yeten.
42 – El-CELİL: Yücelik ve ululuk sahibi olan.
43 – El-KERİM: İyilik ve ikramı bol olan.
44 – Er-RAKÎB: Bütün varlıkları görüp gözeten, kendisinden hiçbir şey gizli olmayan.
45 – El-MÜCİB: Kullarının duasını kabul edip, cevap veren.
46 – El-VÂSİ’: İlim ve ihsanı her şeyi içine alan, zenginliği ve rahmeti her şeyi kuşatan.
47 – El-HAKİM: Hikmet sahibi olan; her şeyi yerli yerinde yapan.
48 – El-VEDÛD: İtaatkâr kullarını çok seven, onlardan razı olan ve çok sevilen.
49 – El-MECÎD: Azamet, şeref ve hâkimiyeti sonsuz; keremi geniş olan.
50 – El-BÂİS: Peygamberler gönderen, mahlûkatı, ölümünden sonra âhirette yeniden dirilten.
51 – Eş-ŞEHİD: Kendisine hiçbir şey gizli olmayan; her yerde hazır ve nazır olan ve her yapılanı gören.
52 – El-HAKK: Varlığı ve vücudu gerçek olan, hiç değişmeden daima sabit olarak duran.
53 – El-VEKİL: Kendisine güvenen kullarının işlerini en şekilde gören, yoluna koyan; kulların rızklarına kefil olan. “(Dediler ki) Allah bize yeter, O ne güzel vekildir.”(3: 173)
54 – El-KAVİYY: Gücü ve kuvveti sonsuz olan, kendisini hiçbir şey aciz bırakamayan.
55 – El-METİN: Hiçbir şey kendisini sarsmayan ve kendisine güvenilen; hiçbir fiilinde sıkıntı çekmeyen.
56 – El-VELİYY: Müminlerin yar ve yardımcısı olan.
57 – El-HAMÎD: En çok övülen ve övgüye layık olan.
58 – El-MUHSÎ: İlmiyle her şeyi sayan, büyük veya küçük hiçbir şey gözünden kaçmayan.
59 – El-MÜBDİ: Eşyayı yoktan ilk defa var eden, yaratan demektir.
60 – El-MUÎD: Mahlûkatı hayattan sonra tekrar ölüme, öldükten sonra da tekrar hayata iâde eden.
61 – El-MUHYİ: İhya edip dirilten; canlılara hayatı veren.
62 – El-MÜMÎT: Yarattığı canlılar için ölümü yaratan, öldüren.
63 – El-HAYY: Gerçek hayat sahibi, diri ve canlı olan
64 – El-KAYYUM: Gökleri, yeri ve bütün mahlûkatı ayakta tutan.
65 – El-VÂCİD: istediğini bulan; fakirliğe düşmeyen daima zengin olan.
66 – El-MÂCİD: Sonsuz şan ve yücelik sahibi olan.
67 – El-VÂHİD: İsim, sıfat ve işlerinde ortağı olmayan; tek başına olan, yanında bir başkası olmayan.
68 – El-EHAD: Tek olan, kendisinden başka ilah olmayan, eşi ve benzeri bulunmayan.
69 – Es-SAMED: Her şey ve herkes kendisine muhtaç olan, kendisi hiçbir şeye ve hiçbir kimseye muhtaç olmayan.
70 – El-KADİR: Sonsuz güç ve kudret sahibi olan.
71 – El-MUKTEDİR: Her şeye gücü yeten. Kadir’den öte bir güçlülük ifadesi.
72 – El-MUKADDİM: Dilediğini öne geçiren; her şeyi yerli yerine koyan.
73 – El-MUAHHİR: İstediğini erteleyen, geriye bırakan; takdimi hak edeni takdim, tehiri hak edeni tehir eden.
74 – El-EVVEL: Bütün eşyadan önce var olan demektir.
75 – El-AHİR: Bütün eşyadan sonra baki kalacak olan demektir.
76 – Ez-ZAHİR: Her şeyin üstünde zahir olan ve onların üstüne çıkan; varlığı apaçık görünen.
77 – El-BATIN: Mahlûkatın nazarlarından gizlenen; her şeyin iç yüzünden haberdar olan.
78 – El-VALİ: Eşyanın maliki olan ve onlarda tasarruf eden; mahlûkatın işlerini yoluna koyan.
79 – El-MÜTEÂLİ: Mahlûkatın sıfatlarından uzak olan, bu sıfatların biriyle muttasıf olmaktan yüce ve âli olan.
80 – El-BERR: Katından gelen bir iyilik ve lütufla, kullarına karşı şefkatli ve merhametli olan.
81 – Et-TEVVAB: Bütün tövbeleri çokça kabul eden.
82 – El-AFÜVV: Kullarının günahlarını çokça affeden.
83 – El-MÜNTEKİM: Dilediğine ceza vermede şiddetli davranan; suçluları müstahak oldukları cezaya çarptıran.
84 – Er-RAUF: Kullarına çok şefkatli ve merhametli olan. Re’fetle rahmetin farkı: Rahmet bazen maslahat gereği istemeyerek olabilir. Re’fet isteksiz olmaz, isteyerek olur.
85 – Zü’l-CELAL-İ ve’l-İKRAM: Büyüklük, fazl ve kerem sahibi olan.
86 – El-MUKSİD: Hükmünde âdil; bütün işleri denk ve birbirine uygun olan.
87 – El-CAMİ’: İstediğini, istediği şekilde toplayan; kıyamet günü mahlûkatı toplayan demektir.
88 – El-GANİY: Gerçek zenginlik sahibi olan ve hiçbir şeye muhtaç olmayan.
89 – El-MUĞNİ: Mahlûkatının ihtiyaçlarını giderip zengin kılan.
90 – El-MÂNİ’: Dostlarını, başkalarının eziyetinden koruyan; istediği şeyin meydana gelmesine engel olan.
91 – Ed-DÂRR: Hikmeti gereği elem ve zarar verici şeyleri yaratan.
92 – En-NÂFİ’: Faydalı şeyleri yaratan.
93 – En-NUR: Körlüğü olanları nuruyla görür kılan, dalâlette olanları da hidayetiyle irşat eden; âlemleri aydınlatan.
94 – El-HADİ: Kullarına hidayet veren, doğru yola ulaştıran.
95 – El-BEDİ: Eser ve ihsanıyla apaçık görünen.
96 – El- BAKİ: Varlığının sonu olmayan, sonsuz ve baki olan.
97 – El-VÂRİS: Bütün mülk ve servetlerin gerçek sahibi olan; mahlûkatın yok olmasından sonra da baki kalan.
98 – Er-REŞÎD: Bütün işlerini ezeli hikmetine göre neticeye ulaştıran; mahlûkata maslahatlarını gösteren.
99 – Es-SABUR: Asilerden intikam almada acele etmeyen, cezalandırmayı belli bir müddet tehir eden.
Dua teslimiyettir, yardım talebidir, istemektir, umuttur…
Duanın İle Gelen Şifa’da dua etmenin adabı, istenilen şeyin özelliğine göre nasıl dua edilmesi gerektiği ve daha pek çok konu; ayetler, hadisler ve İslam âlimlerinden aktarılan kıssalarla desteklenerek anlatılmaktadır…
İstemek ama nasıl?
İstemek ama ne zaman?
İstemek ama hangi dua sözleriyle?
Dua müminin silahıdır; öyleyse onun nasıl kullanması gerektiğini bilmek, istenilen şeyin gerçekleşmesi adına son derece önemlidir…
O halde, kalbî ve ruhi sıkıntılarımızı ve rahatsızlıklarımızı, Ku’ran-ı Kerim ve Kuran’dan alınan veya Hz. Muhammed (a.s) tarafından tavsiye edilen dualar ile tedavi etmekte tereddüt etmemeliyiz. Çünkü Kur’an-ı Kerim, aynı zamanda müminlere “Bir şifa ve rahmet” (İsra, 17: 82) kaynağı olarak gönderilmiştir.