Çocuğunun eğitimi konusunda tavsiyeler isteyen bir anne:
“-Kızım, Tarih ve İngilizce’de çok zayıf. İstemeye istemeye özel derse gönderiyorum. Bu da onu çok yoruyor. Onu motive edebilmem için ne tavsiye edersiniz?” diye sormuştu.
Bense bu anneye, kızının hangi derslerde iyi olduğunu sormuş ve anneden “matematik” dersinde kızının çok başarılı olduğu cevabını almıştım.
“-Peki, neden kızınızı matematikte özel derse yazdırmıyorsunuz?” diye sorduğumda ise anne, omuz silkerek:
“-Gerek görmüyoruz, çünkü kızım çocukluğundan beri matematik dersinden hep on üzerinde on alır.” demişti. Şaşırmıştım, annenin “Gerek görmüyoruz!..” deyişine…
Kızı matematik dersinde bu kadar başarılı olan bir anne, kızının başarısız olduğu derslere gösterdiği önem kadar, başarılı olduğu derse önem vermiyordu. Hâlbuki bu çocuğun kabiliyeti, açık bir şekilde matematik sahasında ortaya çıkmış olmasına rağmen, anne, kızının bu başarısını, “Gerek yok!” diye geçiştiriyordu. Hâlbuki çocuklara başarısız oldukları sahalarda ekstra yardımlarda bulunulduğu gibi, belki de daha önemlisi, başarılı olduğu sahalarda destek gösterilmelidir. Ancak, ve ne yazık ki, günümüz eğitim sistemi, “her şeyden bir şey” öğretmeye yönelik olduğu için, “bir şeyden her şeyi bilmeye” kabiliyetli çocuklar arada kaybolup gitmektedir. Hâlbuki anne-babalar, çocuklarının başarısızlığına dikkat çektiği ve özen gösterdiği kadar (ve hatta daha da fazla) çocuklarının başarılı oldukları sahalara da dikkat çekmeli ve o sahalarda yollarını açmalı, destek vermelidir.
Çocuğu En İyi Tanıyan Annedir
Hiç kimse, bir çocuğun kabiliyetini keşfetme konusunda anne-baba kadar bilgiye sahip olamaz. Özellikle anneler, çocuklarının doğduğu ilk günden son güne kadar hangi kabiliyetlerinin olduğunu anlayabilecek özel donanıma sahiptirler. Yeter ki, bu donanımı “empati: karşısındakinin yerine kendini koyma” kanallarını tıkamadan kullanabilsinler. Tabiî ki, her anne-baba iyi niyetlidir ve çocuklarının geleceğini en iyi biçimde şekillenmesini ister. Ancak iyi niyet, her zaman iyi netice vermez…
Adem GÜNEŞ
Geçen yıl Aziz Mahmut okula yeni başladığında sınıf mevcudunu öğretmenimizden öğrenip, her öğrenci için bu yelkenli kalemlerden yapmıştık.
Masa başında anne-baba-Aziz …
Çizdik, kestik, yapıştırdık, etiketledik, kalemleri taktıııık.
Ve ortaya güzel bir şeyler çıktı. Aziz sevinçle arkadaşlarına dağıttı ve çocuklar mutlu oldu.
Okuma bayramlarında, karne günlerinde, diğer bayramlarda çocuklara güzel bir hediye olabilir.
Bu harika fikri : http://www.inciminci.com dan almıştım.
İnci hanım’a teşekkürler
Sonbahar:
Her şeyin sonrası… Korkularımızı sarmaşık gibi saran umut.
Caminin avlusunda öğle namazını beklemek için toplaşan ihtiyarların sayısında bir artış var yine. Kırk yıldır aynı ağacın altından dünyayı seyreden biri olarak, evet, avluda bekleyen ihtiyarları daha çok görmeye başlarım sonbaharda. Belki bana öyle geliyordur. Onları ancak sonbaharda görmeye başlıyorumdur.
Bir hafiflik gelir bana, onlara bakarken. Teselli olurum. Henüz bilmediğim bir teslimiyet içinde olduklarını görürüm sonbaharı seyreden bu ihtiyarların. Ağaçların yere doğru sarkan dalları gibi, onlar da toprağı beklemektedirler.
Dünyadan gitmenin bir veda değil, bir kavuşma olduğunu sezerim.
http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1185251&title=yeni-baharlarin-tohumu
…………………
Leyla İpekçi’nin kaleminden güzel bir sonbahar yazısı.
Yolculuğun en güzel yanı, yola çıkmadan önceki anlardır derim hep.
Gidilecek yeri hayal etmek, valize konulacakların listesini hazırlamak, yol arkadaşları ile hayaller kurmak-program yapmak, yolculuk anı ve varış. O dakikadan sonra o kadar hızlı geçiyor ki güzel zamanlar. Bir bakıyorsunuz geri dönmüşsünüz.
Fakat yüzünüzde hoş bir tebessüm, neşeli fotoğraflar, tatlı hatıralarınız da cebinizdeyse, buna değmez mi?….
Geçtiğimiz hafta içi çok bunaldığımızı ve iyi bir tatile ihtiyacımız olduğunu söyleyip duruyorduk eşimle. Plan vardı bir yerlere gitmek için ancak program yoktu.
Önce ne istediğimizi netleştirdik arkadaşlarla. Nasıl bir mekanda, hangi bölgede, ne kadarlık bir bütçe ile bu seyahat gerçekleşmeli idi.?
Kente dair bir şey olmayacaktı, şık olacaktı , tabiat olacaktı , ağaç olacaktı , kar olacaktı , özgürlük olacaktı, dşarıda elimiz ayağımız donduğunda içerde çıtırdayan bir ateş olacaktı , şen kahkahalarla çınlayan kütükten bir ev olacaktı , verandası olacaktı , çok pahalı olmayacaktı …
Bilgisayar başında kesintisiz 3 saatimi harcayarak muhteşem birkaç mekan buldum. İçlerinden beklentilerimize en uygun olanını seçtim . Eşim ve arkadaşlarım o kadar itimatlıydılar ki bu konuda bana, gidilecek yerin web sayfasını gördüklerinde “işte buu!!” dediler. Bu da bana yetti 🙂
Sabah 6 da karanlıkta çıktık İstanbul dan yola.
Körfez taraflarında kahvaltımızı yaptık.
Elimizde harita ile kıvrım kıvrım dağ yollarından geçtik.
Bir köy bakkalında alışverişten sonra ulaştık “Değirmenyeri” ne.
Mudurnu ya 8 km mesafede olan Kilözü Küyünü 500 metre geçince Değirmenyeri çıktı karşımıza.
Beklentilerimizin çok üstünde güzellikte, adeta cennetten bir köşeydi. Sırtını bolu dağlarına dayamış, yüzünü Mudurnu ya döndürmüş, bahçesinde ördekleri, köpekleri, kedileri, yeşil çatılı ahşap evleri , şırıl şırıl alan suları, küçük göletleri, salıncakları, mahzun gözlerle bize bakan Miskin’i gördük ilk önce (Sembernard cinsi 4 yaşında bir köpek) Ardından otel personelinden Özkan’ı. Samimi bir konukseverlikle karşıladı bizi.
Otel sahibi Ulvi Ilgaz beyi ilk günün akşamında tanıdık. Güven veren duruşu, dost bakan gözleri, sıcak gülümsemesi kaldı en fazla aklımda. Yemek salonundaki diğer konukların konuşmalarına yaptığım kulak misafirliği sonucunda Ulvi beyin bir yazar olduğunu, aslen yüksek ziraat mühendisi olduğunu öğrendim. Şaşırmadım… Böylesi güzel bir mekan ancak sanatsal yönü gelişmiş insanların hayal güçlerinin ürünü olurdu. Zaten Ulvi Beynin uzun saçı ve sakalı, ince gözlükleri, elinden düşürmediği sigarası kimliğini işaret eder gibi idi. Hani utanmasam masamdan kalkıp ellerini sıkmak ve teşekkür etmek istiyordum.
Yemek salonunda zevkle seçilmiş caz müziği, tadı damaklarda kalacak lezzetler bizi bekliyordu. Hele ertesi gün yaptığımız kahvaltı…Herkes şaşırdı bu kadar çok yiyişime. Hem temiz hava hem de masanın güzelliği midemi tetiklemişti. Sütünden, meyve suyuna, yumurtasından tereyağına, peynirinden zeytinine, domatesinden salatalığına, kaşarından salamına, cevizinden üzüm kurusuna, reçelinden mısır gevreğine her şey ama her şey vardı masada. Nakışlı perdeler, temizlik, düzen, dozunda ilgi, dekorasyon… Değirmenyerinde göze batacak en ufak bir şey dahi yoktu. Aksine bir gelenin bir daha gelmek isteyeceği bir yerdi.
Neyse, devam ediyim…
Hemen evimizi görmek istedik. Büyükçe bir salon, amerikan tarzı mutfak, kalorifere ilaveten şömine, 1 çift kişilik yatak, 2 tek kişilik yataktan olan 2 adet yatak odası ve banyo vardı giriş katında. Salonun ortasından çatıya çıkan ahşap merdiveni tırmandığımızda 4 tane yatağın ekoseli battaniyelerle sarmalandığını gördük. Burası salona bakan bir asma kat şeklindeydi. Üçgen camları, pompon perdeleri vardı. Ev tek kelime ile muhteşemdi. 8 kişi çok rahat kalabilirdi. Dekorasyonda sadeliğe, Türk motiflerine yer verilmişti. Ahşabın sıcaklığını her yanda hissediyorduk. Hele verandası…Sallanan sandalyesi, bir büyük yemek masası, 2 adet sandığı, sandalyeleri ile köye bakan bir yamaçtaydı. Mutfak camından baktığınızda şırıl şırıl akan suyu görüyordunuz.
Yerleştik mekanımıza, salonda oturup biraz soluklandık. Bakkaldan aldıklarımızla sandviçler yaptık , otelin kafesine inip sıcak çaylarımızı içtik ve keşif niyeti ile yola çıktık. İstikamet için Abant ı önerdiler. Göynük de bir diğer alternatif ti. Sülüklü göl görülmesi gereken bir yerdi. Ancak tercihi Abant tan yana yaptık. Bildik, klasik yoldan değil de arka taraflardan Abant a girdik. Yol çok buzlu ve karlıydı. Bembeyaz bir güzellik, mis gibi dağ havası, insanın başını döndüren manzara…
Çocuklar gibi eğlendik. O itiş kakışlar, yerlerde yuvarlanışlar, kar topu savaşları anında otomobilimizin anahtarını kaybetmişiz. Tam dönelim artık derken birde anahtar derdine düştük. Şükür ki en çok boğuştuğumuz yeri hatırladık ve anahtarı orada bulabildik. Laylaylomlarla Abant tan ayrıldık. Mudurnu merkeze indik. Mimarisi ile çok güzel olan bu küçük ilçenin o gün pazarı varmış. Çok ucuza alışveriş yaptık ve Değirmenyerine geri geldik.
Miskin karşıladı yine kapıda bizleri. Yemek saatine daha çok vardı. Bizde monopoli oynamaya karar verdik. Hani gülmekten katıldığınız, katılırken “nefesim durup tak diye gideceğim şimdi” diye düşündüğünüz kahkaha krizleri olur ya. İşte öylesi neşeli oyundu bizimkisi. Oyun bitecek gibi değildi. Akşam iyiden iyice çökmüştü. Dışarısı zifiri karanlıktı. Acıkmıştık da. Ara verip yemeğe çıkalım dedik. Akşam yemeğimizde çok güzeldi. İşimizden hiç konuşmayacağız desek de yemekte bu kuralı biraz yıktık. Balık mı- tavuk mu- kırmızı et mi alternatifleri içinden hepimiz tavuğu seçtik. Çok lezzetliydi. Evimize geldiğimizde oyunumuza kaldığımız yerden devam ettik. O sıra kap çaldı ve görevli bir arkadaş elinde odun sepeti ile karşımızdaydı. Şömineyi yaktı. Ortam sımsıcak oldu. Kapıdaki ikinci misafirimiz yavru kediydi. Kıramadık aldık içeriye. Baktık ki keyiften tırmıklar başladı, yine saldık kapı önüne. Miskin zaten veranda da bizi bekliyordu, pisicikte ona katıldı.Geç saatlere kadar süren sohbetimiz , oyunlarımız, gülüşlerimiz sonunda dağ havasının da etkisi ile ilk ben uyumak istediğimi söyledim. Ardımdan teker teker uykuya çekilmişler. Gece bir ara kalktım salona geldim. Şömine tatlı tatlı yanmaya devam ediyordu. Ortalıkta kızıli bir ışık vardı. Herkes derin bir uykudaydı… “Ne güzel bir gece Allahım , şükürler olsun” dedim, odama yöneldim.
Kesintisiz, derin bir uykuyu nasıl da özlemişim. Sabah çok erken kalktığımda benden daha önce kalkanların da olduğunu gördüm. Dışarıda yakıcı bir güneş vardı fakat buz gibiydi hava. İskoç battaniyelerimize sarılarak verandaya çıktık. Bir güzel güneşlendik. Tekrar eve girip salonda muhabbet ederken baktık Ulvi bey elinde 3 çift botla geliyor. Botlar bizim !!! Yaramaz bir yavru köpek vardı . Meğer akşam 3 arkadaşımızın botlarını teker teker taşımış evin önünden. Epeyce güldük bu olaya.
Takım tamamlanıp herkes uykudan uyanınca kahvaltıya geçtik. Önceden bahsettiğim gibi kahvaltı harikaydı. Eve geldik ve yine güneşe karşı kendimizi verip şekerleme yaptık, resmen şarj olduk. Bu gece de kalsak mı, dönsek mi münazarası ardından İstanbul da havanın sertleştiğini öğrendik. Bizleri bekleyen yakınlarımız “kar geliyor, sıkıntıya düşebilirsiniz” dediklerinden ve ertesi gün hepimizin saat 8 de iş başında olma gerçeği olduğundan makul bir saatte yola çıkalım dedik.
Dönüş yolunda şarkılarla, şakalaşmalarla, tüm tatili çektiğimiz kameramıza el sallamalarla İstanbul a ilerliyorduk.
Sapanca da bir mola verip göl kenarında yürüyüş yaptık, birer gözleme yedik.
İstanbul bizi yağmurlarlar karşıladı, kar yağışları ile de evimize vardık.
Güzelden öte çok güzel bir tatil olmuştu.
İlk baharda çok daha farklı lezzetler tadacağımız bir yerdi muhakkak ve niyetine girdik. İnşallah yine çok güzel bir bahar gününde bu sefer cırcır böcekleri, kuş sesleri, yıldızlı geceleri ile Değirmen yerini yaşamak nasip olur.
Kesinlikle ve kesinlikle sizlere bu mekanı öneriyorum.
Nasıl bir yer olduğunu resimlerle görmek istiyorsanız http://www.degirmenyeri.com.tr/tr/index.html a bir göz atın derim. Gördüklerinizden daha güzel, daha dolu olduğunu söyleyebilirim.
19/12/2005
Seni akşam ilk defa beklemek
Bütün yıldızları
Gökyüzünün tamamını
Bir ömür beraber paylaşacağımız anıları da getirmeni beklemek
Yemeği yapmış olmak
İçinde özlemin, içinde hasretin ve bir daha bırakıp gitmeyişin
Yarım ekmeğin yetmesidir bize
Bir küçük yoğurt alman gelirken, belki biraz meyve
Telli duvaklı ilk soframızın üstüne
Senin gelişini koymak önce
Çorbayı nasıl sevdiğini daha bilmemek
Daha bilmemek, birlikte bir kahve içer miyiz yemek bitince
Pencerelerde tutuklu kalmak
Sen gelirsin, belki misafir de gelir,
Karşılıklı oturup konuşmak ordan burdan
Her zaman baktığın gibi kaçamak bakman gözlerime
Tanıştırayım, eşim demen
Yüzümün al al olması,
martıların uçuşması saçlarımda
Hatırla
Benimle evlenir misin derken, bir şey olması İstanbul’a
Bir yerlerden denizin gelip omzumuza konması,
Bir kader çiçeğinin yavaşça aramıza sokulması,
Eğer istersen gelirken yanında hiçbir şey olmaması
Kapı çalması
Kapıda senin olman
Gözlerinde buradayım çiçekleri açması
İki oda bakla sofa
Bütün fotoğrafların tamamlanması
Yaz gelince kavun kokusu nasıl yayılırsa her yere
Yaz gelince üstten iki düğmesini nasıl açarsan gömleğinin
Yaz gelince denize karpuz kabuğu nasıl düşerse
Akşam sen gelince öyle yaz gelmesi gözlerime
Nasılsın bu akşama
İyiyim diyebilmek, sadece
Sadece senin yanında iyi olmak
Ne olacaksa senin yanında,
Ne gelecekse seninle birlikte korkmamak
Duvara bir çiviyi doğru dürüst çakamamana gizlice gülerken,
Değme ustalara değişmemek seni
Hiçbir pahaya alıp satmamak
Telli duvak
Yıllar sonra
Sararmış birkaç fotoğrafta nikâh masasını anmak
Bak bu Hayri Amca
Bak Nermin Yenge
Seni akşam ilk defa beklemek
Bütün yıldızları
Gökyüzünün tamamını
Bir ömür beraber paylaşacağımız anıları da getirmeni beklemek
Kapı çalması
Kapıda senin olman
Gözlerinde buradayım çiçekleri açması
İki oda bakla sofa
Bütün fotoğrafların tamamlanması
Bir yastıkta…
İbrahim Sadri
——–
Ayrı kutladığımız ilk evlilik yıldönümümüz bu.
Dilerim bir daha ayrı kalmayız.
“Kendimi de koysam ayağımın altına
yine de yetişemiyorum ey aşk,
omzunun hizasına.
Çünkü bende birikiyor her şeyin tortusu
ve ayağını kaldırıyor dünya, konuşurken benimle.
Budanan oğullar gibiyim sessiz ve narin
nereye konsam geri sayım başlıyor
kurcalıyor beni bir çırağın elleri
ah, unufak olsam ve desem ki
ağzın tat görmesin hayat
kandırdın beni. ”
İbrahim Tenekeci
Tıpkı çocukken kurduğum hayallerim gibi
İçimdesin bu sabah mavilim
Çok özledim seni .
Gözlerin çalışma masamın her yerinde
Ellerin klavyemin üzerinde sanki.
Koynuma sokuluşun,
Kollarını boynuma dolayışın,
Öpüşün,
Bakıştığımız anlarda içimde bir yerlerde olan
Kimsenin keşfedip de giremediği
sıcacık yerlere süzülüşün…
Çok özledim seni üzüm gözlüm,
Çok özledim seni boncuk bakışlım.
Gözlerimi yumup kokunu duymaya çalışmak avuntum,
Resimlerine bakıp “sabır” çekmek ilacım,
Özlediğim anlarda neler yaptığını öğrenmek teselli bana buralarda.
Ne olur
Bu gece eve geldiğimde uyumamış ol.
Ne olur kızma bana o çakmak bakışlarınla.
Nerdeydin dün akşam anne,
neden geç kaldın deme lisan-ı halinle.
Sen benim pamuk tenlim,
elma yanaklım,
gül kokulum,
Sen benim yaşama sevincim, sebebim, umudum.
evladım, Yaradan dan emanetim,
Sen benim her şeyim….
Affet beni bebeğim,
Senden ayrı kaldığım şu son saatler ve bundan sonrakiler için
Annen RANA….
(17/11/2005)
Mevlânâ Hazretleri Mesnevî’de bir hikâye anlatır.“Yaralı şahin kuşu, bir yaşlı kadının bahçesine kondu. Yaşlı kadın perişan görünümlü şahine acıdı, merhamet etti yanına aldı.Aç şahinin önüne çocukları için hazırladığı hamur bulamacını koydu. Şahinin, önüne konan tasa gagasını daldırması ile başını sallayarak geri çekmesi bir oldu. Çünkü şahin et yerdi, hamur bulamacını yiyemedi.Yaşlı kadın, şahinin bu hâlini görünce üzüldü:
«-Vah!» dedi, «Gagan uzamış, kıvrım kıvrım olmuş. Yumuşacık bir hamur bulamacını bile yiyemez olmuşsun. Senin önceki sahibin hiç mi Allah’tan korkmazdı ki, şu gaganı düzeltmemiş hiç!..» dedi ve eline aldığı kör makas ile şahinin gagasını kesmeye çalıştı. Şahinyaşlı kadının elinden kurtulmak için çırpınsa da, nâfile, kaçamadı. Yaşlı kadın şahinin gagasını kesti.
Şahin çırpınırken, yaşlı kadın, şahinin kanatlarını gördü:«-Vah!..» dedi, «Senin eski sahibin sana hiç bakmamış, şu kanatların ne hâle gelmiş, kimi uzun, kimi kısa kalmış!..» diyerek, şahinin o güzelim kanatlarını elindeki makasla düzeltmeye başladı.Şahin acı ile kıvrandı, çırpındı…
Çâresizce pençelerini kadının koluna attı ve tırnaklarını kadının koluna geçirdi. Yaşlı kadın, şahinin kanatlarını -güya- düzeltirken koluna batan tırnakları gördü:«-Vah vah! Önceki sahibin nasıl merhametsizmiş ki, bir kere bile tırnaklarını kesmemiş. Tırnakların ne de çirkin olmuş.» dedi ve elindeki makas ile şahinin avlanmakta kullandığı pençelerini söküp attı.
Câhil ve yaşlı bu kadının elinde rezil olan şahinin gözleri doldu. Yaşlı kadın, şahinin bu hâlini görünce hiddetlendi:“-Kimseye iyilik yaramıyor ki!..” dedi, “Ben iyilik yapıyorum, kuş ağlıyor.” diye söylendi. Sonra da elindeki kuşu:
“-Git hadi, bildiğin yere!..” diyerek kaldırdı havaya attı. Şahin çırpındı uçmak için… Ama kanatları kesikti, uçamadı… Acı ile yere inmek istedi, tırnakları sökülmüştü yere de konamadı… Kendini yan üzeri bir kulübeciğin arkasına attı. Koca koca avları, gökyüzünde süzüle süzüle avlayan cesur şahin kuşu, câhil kadının elinde korkak bir kargaya dönüşmüştü.
Birçok anne-baba, çocuklarını yeterince tanıyamadıkları için, ellerindeki “şahin” bakışlı çocukları, kargaya çeviriyorlar da, farkında değiller. Hâlbuki çocuk terbiyesinin birinci ve en önemli maddesi, çocuğu tanımaktır. Hiçbir çocuk, bir diğeri ile aynı değildir. Nasıl ki, gökyüzünden dökülen milyarlarca kar tanesi görünüşte birbirine benzediği hâlde, aslında hiçbiri bir diğerinin aynı değildir; tıpkı bunu gibi, her çocuk da bir diğerinden farklı karaktere sahiptir. Bu çocuklar öz kardeş bile olsalar…
ğer çocukların bu farklılıkları göz önüne alınmadan, çocukların karakterleri tanınmadan çocuk terbiyesine girişilir ise, o takdirde, şahin karakterli bir çocuk, bir süre sonra korkak bir kargaya dönüşme riski taşır.
Adem Güneş