Onu ilk gördüğümde üzerinde eski iş elbiseleri , parmaklarında boya kalıntıları, elinde fırçası, ağzında eksik etmediği sigarası vardı.
Yağmur yağıyordu dışarıda ve ben saatlerce yağmur altında kaldığımdan sırılsıklam olmuştum.
Çok çaresiz bir günümdü
Çaresizliğim hem yağmurdan hem darmadağınık olmuş, toparlamaya çalıştığım hayatımı elimden kaçırmamaya çabalayışımdandı.
O gün yüzüne baktığımda kalbimde bir sıcaklık büyümeye başladı …
Bir zaman sonra bana karşılaştığımız gün aynı duyguları hissettiğini söylediğinde “kalpten kalbe yol var” sözünün hakikatine bir defa daha inandım.
Şu zamana kadar hayatımın en zor 1.5 yılını ona yakın bir mekanda yaşamaya başlamıştım.
Belki de o günleri hatırladığımda hissettiğim acıyı tek onaran onu tanımış olmamın mutluluğu, bıraktığı izler, pek çok hatıra, gözlerimin önüne gelen ömre bedel gülümsemesi..
…………………………….
Hem yetim, hem öksüz büyümüş
7 kardeşin en küçüğü imiş
Okuyamamış..
İdealleri olmasına rağmen okuyamamış ve bir ayakkabıcı yanında çıraklıkla hayata atılmış.
Zor günlermiş….
Kore gazisiymiş
Pek düşkün olduğu, elleri pamuktan daha yumuşak, ince tenli bir hanımı vardı.
2 evlat vermişti Mevlam ona,
bir erkek, bir kız.
Torunları vardı boy boy.
Kanepede köşeli oturur, yanına da bir küçük sehpa çekerdi.
Sık sık tazelenen ince bardaktaki demli çayını , kül tabağını, sigara paketini koyardı bu sehpaya.
Ve anlatırdı….
Bir hayat ki neler neler yaşanmıştı.
Hayranlıkla onu izler, yaşadıklarını anlatırken yüzünde derinleşen çizgilere bakardım. Sevinci de , hüznü de, acısı da o nur yüzde defalarca belirirdi.
Mütevazi hayatı,
Muhabbet kuşları ve çiçekleri,
Ve laleleri….
Çiçekleri arasında dolanırkenki hali geldi gözümün önüne…
Gülleri, laleleri, begonyaları, fesleğenleri…
Nur yüzünü çevreleyen pamuk gibi sakalı,
İnce uzun boyu,
Güldüğünde ince yanaklarının yuvarlanışı,
Çok daha güldüğünde dişsiz damağı….
Bazen beni balkonda beklediğini görürdüm.
Ailemden değildi, buna rağmen endişelenirdi azıcık geciktiğimde eve.
Onun sevgisine sığınmıştım, çok önemli idi benim için.
Bir tek Burhan bey amcamı gördüğümde, onunla konuştuğumda gülümserdim…
Ruhumu tedavi eden bir şeyler vardı onda.
O da biliyordu belki de, ona olan ihtiyacımın farkında idi.
Bir şey için “ne güzel” demeye göreyim.
Hemen “senin yanında olsun o vakit” diye bırakırdı kucağıma.
“Yapma Burhan Bey amca, her beğendiğimi verme bana, bu sefer beğenilerimi rahatlıkla ifade edememeye başlayacağım” diye sitemlenirdim.
Ne yapar ne eder iade etmeme müsaade etmeden gönderirdi evime.
Burhan Bey amcam bana laleleri sevdiren ilk kişi…
İlk lalemi bana eken kişi,
Laleler ve o…
Çiçekleriyle arasında inanılmaz bir bağ vardı.
Bir sabah uyandığımda bana verdiği sarmaşığın tüm yapraklarının sapsarı olduğunu görmüştüm. Akşam yemyeşil olan çiçek neden birden bire sararmıştı. Burhan bey amcama telefon açtım sebebini sormaya. Telefondaki yabancı ses, akşam Burhan beyin aniden rahatsızlandığını, hastaneye kaldırıldığını ve evde olmadığını söylüyordu. İnanılır gibi değildi. Kısa bir süre sonra çiçek yeşermeye başladığında Burhan bey amcamın da sağlığı yerine gelmeye başladı. Belki tevafuktu. Güzel bir tevafuktu. Belki de değildi…
Birlikte yediğimiz son yemeği hatırlıyorum….
Ramazandı, yine yağmur yağıyordu dışarıda. O ve kıymetli eşi en şık elbiseleri ile konuğumuzdu. Tam sofrada iken elektrikler kesilmişti ve ben mumlarla masayı aydınlattığımda hanımına dönüp gülümsemişti. Belki de bir anıları vardı ve hatırlamışlardı
O güzel insanın ebedi aleme uğurlayışımın 2. yılı dolmak üzere.
Vefatı ardından evine gittiğimde kızı bana bir fotoğraf uzattı.
Son resmi .
Baktım…
Emirgan’da, laleler içinde.
Yüzünde, dayanamadığım ömre bedel gülümsemesi ile.
Sevgin içimde taptaze.
Bana tesir edebilen nadir insanlardandın sen.
Babamın tabiri ile “yaşayan, islami hassasiyetlerini hayatta gerçek manada uygulayan ender insanlardan”
Mekanın CENNET olsun Burhan Bey Amca
Rana Çolak
Hz. Ali’nin ağabeyi Cafer b. Ebu Talib’in oğlu Abdullah, sıcak bir günde, bir kabilenin hurmalığına inmişti. Abdullah burada dinlenirken, hurmalıkta çalışan köleye, yemek vakti üç parça ekmek geldiğini gördü.
Adam ekmeklerden birini ağzına götürmek üzereydi ki, birden önünde açlığı her halinden belli bir köpek belirdi.
Köle elindeki ekmeği köpeğin önüne attı. Köpek ekmeği derhal yedi. Köle ekmeğin ikinci parçasını da attı. Köpek bunu da bir kerede sildi süpürdü.
Köle bunun üzerine üçüncü parçayı da köpeğe verdi. Kalkıp, yeniden işine dönmek üzereydi ki, olup biteni uzaktan seyreden Abdullah, yaklaşıp sordu:
– Ey köle, bugünkü yiyeceğin ne kadardı? Köle sıkılarak cevap verdi:
– İşte bu üç parça ekmek…
– O halde neden kendine hiç ayırmadın?
– Baktım ki, hayvan çok aç. O halde bırakmak istemedim.
– Peki, sen ne yiyeceksin şimdi?
– Oruç tutacağım.
Bunun üzerine, Abdullah b. Cafer, köleden sahibini, evinin nerede olduğunu sordu. Sonra da gidip adamdan bu hurmalığı içindeki köleyle birlikte satın aldı. Sonra döndü, köleye bu tarlayı ve onu sahibinden satın aldığını söyledi ve ekledi:
– Seni azad ediyorum. Bu hurmalığı da sana hediye ediyorum.
Cömertliğiyle meşhur Abdullah b. Cafer, kendisinden daha cömert birini tanıyıp tanımadığı sorulduğunda, bu olayı anlatır ve:
– Ama o köpeğe topu topu üç parça ekmek vermiş; sense ona koskoca bir hurmalığı ve hürriyetini vermişsin, dediklerinde, şu karşılığı verirdi:
– Ama o elindeki her şeyi verdi; ben ise elimdekinin bir kısmını…
Sözün Özü: Cömertlik miktarla değil, o miktarın bütçemizde tuttuğu nispetle ölçülür, ölçülmelidir.
Ancak insanların her şeyin fiyatını bildiği, fakat hiçbir şeyin değerini bilmediği günümüzde bu gerçekliği onlara nasıl anlatmalı?
Rasim Özdenören
….yerinden kalkıp gözüne önceden kestirdiği eski çini bir tabağı duvarda asılı yerinden çıkardı ve arkasını çevirip baktı.
Eski harflerle bir şeyler yazılıydı. Getirip Nisyan Babaya gösterdi.
– Ben eski yazı bilmiyorum efendim, ne yazıyor ki burada?
Nisyan Baba gözlerini adamakıllı belleterek yazıyı okudu.
– Burada ‘Lâ Edrî yazıyor.
– Lâ Edrî mi? O da kim?
– Kim olacak bu tabağı çizen usta.
– Kim bu usta? Yaşıyor mu, yoksa ölmüş mü? Kaçıncı yüzyılda yaşamış?
– Bilinmiyor. Lâ Edrî bilinmeyen demek zaten.
– Neden bilinmiyor?
– O kendisinin bilinmesini istememiş de ondan. Çok eski devirlerde çini ustaları yaptıkları eserlerin sırrını hiç kimseye söylemezlermiş. Boya reçetelerinin sırrını yalnızca kendilerine saklarlarmış. Bazıları da eserlerinde yalnızca kendilerinin ya da kendileri gibi bakıp görecek
gönül gözü açık kişilerin fark edebilecekleri bir eksiklik bırakırlarmış.
– Neden?
– Çünkü eksiklikten ve noksanlıktan münezzehliğin yalnızca Allah’a (c.c.) mahsus olduğunu hem kendilerine hem de diğer insanlara hatırlatmak için. Yani çok mütevazı imişler eski zamanların sanatçıları. Şimdi duymuyor musun ne diyorlar evlat? ‘Yaratıcı sanatçı!..’….
-Saliha Malhun’ un satırlarından-
Aziz tatil kitabını çalışmaktadır.
Malum… Okulların açılmasına az bir zaman kalmıştır ve Aziz tatil kitabını hala bitirmemiştir.
Bu kitabı bitirmeden 2. sınıfa kabul edilmeyeceğini düşünen çocuk , sarılmıştır kitabına ve “ya bitiremezsem” endişesi içindedir.
Testte bir soru çıkar karşısına :
“Özgeçmişimizde hangi bilgi olmaz?”
– Anne, özgeçmiş nedir?
Anne yanıtlamaz hemen, oğlunun cevabını merak etmektedir.
-Sence ne olabilir?
-Hani böyle özümüzden geçen bir şeydir. Yani özden geçen bir duygu. Özgeçmişimizi biz hep yanımızda taşırız ve özgeçmişimiz içimizde çizilmiştir.
🙂
Bu harika cevap üzerine anne özgeçmişi anlatır. Ve testin doğru cevabı bulunur :
“Babamızın mesleği”
Yumurcak Tv Çizgi Film kanalında yayınlanan louie ve poko çocuklarınız çizim yapmayı öğretiyor. Louie Ve Poko hergün farklı şeyler çiziyor. Hayvanlar, Eşyalar, Araçlar, Evler… Çizim yaparken aynı zamanda çizimin nasıl yapılacağını louie ve poko anlatıyor. Her bölümün sonunda ayrıca çizimde nelere dikkat edilmesi gerektiği anlatılıyor. Louie çizim yapmayı öğretirken bir yandanda çocuklarınıza çizilen cisimlerin ne işe yaradığını veya ne olduklarını detaylı bir şekilde anlatıyor.
http://www.yumurcak.tv/ShowProgramDetail.aspx?ContentId=31&AspxAutoDetectCookieSupport=1
Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer tarafından yayımlanan genelgeye göre, okul kantinlerinde gazlı-kolalı içecekler ve cips satışı yapılmayacakmış
Bakanlığa bağlı örgün ve yaygın eğitim kurumlarında öğrenim gören öğrencilerin güvenli, sağlıklı beslenme bilinci kazanmalarına katkı sağlamak, olabilecek gıda zehirlenmeleri, bulaşıcı hastalıklar, yetersiz ve dengesiz beslenmeye bağlı hastalıklar ile şişmanlığı önlemek amacıyla yayımlanan genelgeyle, ”Eğitim kurumlarının, yatılı veya pansiyonlu yemekhaneleri dahil olmak üzere kantinleri, çay ocakları, büfeleri vb. yerlerde çocukların dengesiz beslenmesine, şişmanlığa (obezite) neden olabileceğinden, doğal maden suları hariç, enerji yoğunluğu yüksek, besin değeri düşük olan (enerji içecekleri, gazlı, aromalı ve kolalı içecekler) ile kızartma ve cipslerin satışları yapılmayacak, otomatik satış yapan makineler de bulundurulmayacaktır. Bunların yerine Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığından üretim veya ithalat izni bulunan süt, ayran, yoğurt, meyve suyu, taze sıkılmış meyve suyu ve tane ile satışı yapılabilen meyve bulundurulacaktır” şeklinde değiştirildi.
*******************************************************
Alınan bu kararı destekliyorum.
Geç kalınmış olsa da yavrularımız -en azından- bundan sonra abur cubur ile temaslarını azaltacaklar.
Ve acilen ! Tüm okullarda sağlık bölümü, revir, hemşire olması için Milli Eğitim Bakanlığı yada Sağlık Bakanlığı harekete geçmelidir.
50 kişiden fazla çalışanı olan iş yerlerinde hekim bulundurma zorunluluğu getirilmişken, binlerce öğrencinin bulunduğu devlet okullarımızda sağlık personelinin olmaması akıl alır gibi değil.
Merdivenlerden inişleri, bahçede koşuşturmaları her an bir kazaya gebe…
Okula gönderdiğim çocuğumun sürekli kullanığı bir ilacı var ise bunu ilgili hemşireye teslim etmeli ve saati geldiğinde verileceğini bilmeliyim. Doğru olanı bu !
Geç kalınmadan uygulamaya alınmalıdır.
Kainatın iftihar tablosu sevgili Peygamberimiz (sav) anlatıyor :
Bir adam, baska bir beldede bulunan bir arkadaşını ziyaret etmek maksadı ile yola çıkmıştı. Allahu Teala, adamın yolunda, insan suretinde olan meleği vazifelendirip, bekletti. Adam, o melekle karşılaşınca kendisine :
”Nereye gidiyorsun?” diye soruldu.
Adam :
”Şu beldede bir din kardeşim var, onu ziyarete gidiyorum” diye cevap verdi.
Melek :
”Onunla yapacağın herhangi bir iş, bir görev mi var?” diye sordu.
Adam :
”Hayır öyle bir şey yok. Allah için sevmemden başka kendisiyle hiçbir işim yok” dedi.
Bunun üzerine o melek :
”Ben, senin o din kardeşini Allah için sevdiğin gibi, Allah ın da seni sevdiğini sana bildirmek üzere vazifelendirilen, Allah in bir elçisiyim” dedi.
——————————————————————————————————————–
Yurt dışından ve İstanbul dan hareket edip Ankara’da buluşmak üzere bir araya gelecek olan dostlarım.
Sizleri Allah için seviyorum.
Bu buluşamda madden yanınızda olamasam da, manen yanınızdayım. Buluşmanın tüm detaylarını sizden dinlemek istiyorum.
Öptüm hepinizi 🙂
“Benim için birbirini sevenler nerdeler? Gelsinler arşımın gölgesinden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı bu gün onları gölgelendireyim”
Odanın içinde savrulmuş oyuncakların ,
Oyun çadırın devrilmiş,
Çekmecelerden dışarı çıkmış eşyaların.
Kamyonetinin damperi bir yanda, kendisi öte yanda
Çoraplarını çıkartmış atmışsın bir köşeye,
Pelus ayının altından görüyorum mavi papuçlarını.
Eğilip alıyorum
Minicik…
Diğer tekini bulmak için epeyce zaman harcıyorum
Uykuya dalalı daha birkaç dakika oldu ama
Ben elimdeki papuçlarına bakıp, seni ne çok özlediğimi düşünerek ağlıyorum.
Sen uyuyorsun mışıl mışıl yatağında
Yorganın altından pamuk ayağın çıkmış
Bir elimdeki papuca, birde ayağına bakıyorum
Öyle güzelsin ki….
İnsan yanındakine de hasret duyarmış
“Keşke uyusa da erkenden, evi toplayabilsem” diye çabalıyorum
Halbuki sen uyuduktan sonra da işte böyle yatağının baş ucunda seni seyre dalıyorum.
Geceleri seni uyutmaya çalışırken ellerini boynuma dolamana, yüzümü okşamana doyamıyorum. “Hep benim miniciğim olarak kalsa” diyorum. Hep elleri arasa beni, gözleri takip etse şimdiki gibi. Karşısında beni gördüğü anda sevinçten zıplaşa, sinirlenip bağırdığımda bile bacaklarıma sarılsa. Hep benim minik oğlum olarak kalsa….
Oysa büyüyüp kocaman adam olmanı ne çok istiyorum.
Her haylazlığının sonunda “ah bir büyüse” diyorum
Her yeni yaşında, bir sonraki yaş döneminde daha aklı başında olacağının hayallerini kuruyorum.
Yine de, önceki yılarla ait resimlerine bakıp o dönemlerinin ne çabuk geçtiğini düşünüyorum
Evet…Zaman çok çabuk geçiyor
Her şey dün gibi
Babanla tanışmamız, hızla evliliğimiz, senin aramıza katılışın ve 2 yasını geride bırakışımız
Dün gibi…
Hiçbir kadın yaşlanmayı sevmez, ama senin büyüdüğünü göreceğim diye yaslanmayı istiyorum ben.
Annenim…
Bil ki seni en çok sevenim
Koca adam olduğunda
Seni şöyle karşıma alıp
Boyuna poşuna bakıp
Alnından öpmeyi
OĞLUM diyeceğim günü özlemle bekliyorum
Rana Çolak
Sonra döndü Âdem’e,
aklına bir şey gelmişti.
Sesi, bengisular gibiydi.
Bana, dedi, bir isim ver,
varlığım olsun.
Durdu, aklından yeni bir şey geçti. Bana, dedi, sen isim ver, varlığım senin olsun.
Bana öyle bir isim ver ki senin adının yanında dursun.
Seni anan beni de ansın. Seni hatırlayan beni hatırlamadan olmasın.
Bir “ile” koy aramıza bizi birbirimize bağlasın. ”
Aşk?
Daha yollarda sakin durmamıştı bir türlü.Kabına sığmamıştı.Bir yarısı yollarda kayboldu.Getirebildikleri ancak öbür yarısıydı.
O gün bu gün yeryüzü kelimeleri yetersiz,aşk bu dünyada kusurlu.
Annelik duygusu?
Havva’nın cennet duygusu.
Gönül evinde,kadın bedeninde,tastamam duruyordu…
Ta ki Havva yaratilincaya kadar.
Ne zaman ki bir selale suyunun havuzunda Havva’nin kelimesi vücut buldu, cennet ehlinin guzellige dair butun bilgisi bastan sona bozuldu.
O gorundugunde sadece Adem’in degil, konuskan hüthüt kusunun bile dili tutuldu. Havva’nin ilk gorunusunun neticesi, her seyin uzerine sinen ani bir suskunluktu. AMA sonrasinda bir seyir lügatcesinde toplandi Havva’ya iliskin cennet kelimeleri. Adem bakakalmisken, butun bir cennet de onu seyredurdu.
Fakat nedense melekleri, Adem’in yaradilis haberini aldiklari gunkune benzer bir huzursuzluk sezgisi sardi, Havva’ya bakislari bakisa eklenirken cumleleri de AMA’larla bolundu. Cunku Havva AMA’lar olmadan, düz bir cümleye sigmiyordu. AMA’lar bu seyirde o denli vurguluydu.
Havva sadece güzel degildi
Ayni zamanda tatliydi, sevimliydi
Sicak, cana yakin ve gönüldendi
Boyu boyuna uygundu Adem’in, endami endamina
Ama sanki teni onunkinden daha parlak, gözleri bakislari daha gizemliydi. Ve sanki daha çetrefildi. Ve bu çetrefil acik degil gizliydi. Zahirde degil icteydi. Her halde Havva ayni anda çok seydi. Ve ona ilk bakisla son bakis birbirinin ayni degildi.
Duruydu ilk bakista. Yalin. Isiltili. Akici. Sanki sudan yaratilmisti ve meylinde gunes isigi oynasan sular gibi berrakti. Ama her an degisiyordu. Bir kararda durmuyor, iki bakis arasinda halden hale giriyordu. Karanliklari, ucurumlari, irmaklari vardi. Isten degildi golgesine dusenin yitip gitmesi. Ama yitip gideni bulup çikaracak olan da yine Havva’ nin eliydi.
(…) AMA güzel olmaktan baska hazineleri, hayati süslemekten baska bir kaderi de vardi bu guzelligin, besbelli. Gelip gecici bir sermaye degildi sahip oldugu. Bambaska zenginliklerle de zengindi. Ve defteri ilk alemde, evvel alemde kapanip kalacak gibi gorunmuyordu. Ahiri vardi, sonraya dusecekti yolu.
İnsan vardır, yüzü güler, gönlü cömert, ufku geniş; onunla oturdukça oturmak istersiniz; muhabbetinden keyif ve feyiz alır, ilham bulur, farkında bile olmadan ne çok şey öğrenirsiniz. Yanından kalktığınızda az buçuk değişmiş, zenginleşmiş olarak yolunuza gidersiniz. Hafiflemiş olarak, rüzgârda tüy gibi. İçinizde bir gonca gül açılır, katmer katmer renklenir. Elinizde olmadan hayata gülümsersiniz. Gene görmek istersiniz o kişiyi, ilk fırsatta yeniden buluşmak.
Sohbetine doyamaz, ruhunun dibini bulamazsınız, öylesine derin. Bir saklı cevherdir, ilk bakışta belli olmayan. Uçsuz bucaksız bir denizdir kıyılarına varılmayan. O kadar azdır ki böyleleri, bulunca ömür boyu dostluğunun ipini bırakmak istemez, kıymetini bilirsiniz; güzelliği arayan bir mürit gibi, muhabbete susamış bir münzevi gibi, ateşe meyyal pervane gibi etrafında incecik çemberler çizersiniz. Dostlukla, hayranlıkla…
İnsan vardır, kem bakar, ağılı konuşur, habire şikâyet yahut hakaret veya dedikodu halindedir; karalamayı sever, başkasına leke çalmaktan kendine payeler biçer; kimseyi beğenmez, kendinden gayri; hiçbir yeniliği, farklılığı tasvip etmez; ayaklı sirke küpü, diken diken her sözü; dudaklarının ve gözlerinin etrafında senelerdir surat asmaktan, fesat bakmaktan oluşmuş çizgiler taşır lakin bilmez; köşe bucak kaçmak istersiniz böylesinin gölgesinden bile.
Ne var ki bazen o insan patronunuzdur. Ya da öğretmeniniz. Kapı komşunuzdur veya çalışma arkadaşınız yahut ağabeyiniz. Hemen her gün görmek zorunda kaldığınız biridir. Belki de babanız ya da kayınvalideniz. Belki biricik eşiniz. Vaktiyle ne çok severek evlendiğiniz ama zamanla kalben, zihnen, ruhen ayrı düştüğünüz; gene de bir türlü yüzleşemediğiniz, dürüstçe eleştirmediğiniz… Tavsamaya yüz tutmuş bir ateş gibi kendi kendine tüten bir ilişki. Ne uzaklaşabilir ne katlanabilirsiniz. Ne olduğu gibi sevebilir ne hepten vazgeçebilirsiniz.
Derken ondaki irin usul usul size de sirayet eder. Damla damla akar ruhunuza. Kangrendir ya olumsuz enerji, hızla yayılır, sinsice; bir sağlam uzuvdan bir başkasına sıçrar, bir insandan berikine. Bir de bakarsınız ki aynen onun gibi konuşmakta, onun gibi meselelere yaklaşmaktasınız. İçinizde neşe kalmamış, solmuş gitmiş o terütaze bahar. Bir kuru ayaza kesmiş benliğiniz.
Siz de tıpkı onun gibi şikâyet halindesiniz, yüzünüzde benzer çizgiler. Merak edersiniz: “Ben ne vakit böyle oldum. Hangi dönemeçte yitirdim inancımı, iyimserliğimi, cesaretimi, girişkenliğimi? Ben ne zaman vazgeçtim aşktan ve aşkı aramaktan? İçsel yolculuklardan? Değişimden? Öğrenmekten? Büyümekten? Sahi ne zaman?”
Hiç düşünür müyüz etrafımızdaki, en yakınımızdaki insanların enerjisi bizi nasıl etkiliyor? Günbegün, aybeay, senebesene… Yahut tersine çevirelim soruyu: Bizdeki olumsuzluklar acaba onları nasıl etkiliyor? Sevdiklerimize verdiğimiz zararın bilincinde miyiz? Keşke ara ara kapsamlı bir tadilata girişsek benliğimizde. Keşke daha fazla ertelemeden ve samimiyetle bakabilsek içimize. Oradaki yanlışları, lüzumsuz hırsları, kabuk tutmuş yaraları, tamahkârlıkları tek tek bulup ayıklayabilsek.
Bir tabela assak: “Sevdiklerime verdiğim zarar için özür diliyorum. Şu anda tadilat halindeyim, yenileniyorum…” Köhne binalar bile gençleşirken, kurumuş otlar bile tazelenirken, gerekli özen ve emekle şu hayatta her şey yenilenirken, insan nasıl değişmez, değişemez?
Bir süredir romanların yanı sıra nöroloji alanında çalışmalar yapan bilim adamlarının kitaplarını okuyorum. Kafayı fena halde taktığım, okudukça keyif aldığım isimler var. Mesela V.S.Ra machandran. Biz şimdiye kadar bilim ile mistisizmin birbirine taban tabana zıt olduğuna inandık ya, Ramachandran bu ikisinin pekâlâ kesişebileceğini söyleyen sıradışı seslerden.
Uzun yıllardır Amerika’da yaşayan, ödüller almış bir bilim adamı. Alanında önemli başarılara imza atmış. Aynı zamanda Hint asıllı ve ruhaniyete, maneviyata, mistisizme açık bir damarı var. Çalışmalarında şaşırtıcı biçimde bilimin akılcı, gözlemci, pozitivizme dayalı birikimiyle tasavvufun insanlığı birbirine bağlı gören felsefesini buluşturmakta.
Ramachandran kolları ya da bacakları kesilmiş insanlarla yakından çalışıyor. Bu tür hastaların kaybettikleri uzuvlarının ağrısını hissetmeye devam etmeleri, yani bir hayali sancı çekmeleri bilim dünyasının hâlâ çözemediği bir muamma. Olmayan kolunuz sızlıyor mesela, ne ilaçla ne terapiyle geçiyor. Ramachandran’ın anlattığı ilginç bir örnek var. Kesik eli kaşınan hastanın yanında şayet sağlam bir kişi kendi elini usulca kaşırsa, o hastanın kaşıntısı geçiyor. Zira senkronize hallerimiz. Zira enerji ağlarıyla birbirimizi etkilemekteyiz habire. Bilsek de bilmesek de…
Elif Şafak