Tür: Dram
Yönetmen:Robert Zemecki
Oyuncular: Tom Hanks, Gary Sinise, Haley Joel Osment, Robin Wright Penn, Sally Field, Mykelti Williamson, Sam Anderson, Bob Penny, Christine Seabrook, George Kelly, Hanna R. Hall, Harold G. Herthum, Ione M. Telech, John Randall, Margo Moorer, Michael Conner Humphreys, Rebecca Williams
Senaryo: Eric Roth, Winston Groom
Senaryo (Kitap): Winston Groom
Yapımcı: Wendy Finerman, Charles Newirth
Görüntü Yönetmeni:Don Burgess
Müzik:Alan Silvestri
Ödülleri: 4 adet Oscar kazandı ve 6 kez aday gösterildi. 3 adet başka ödül kazandı ve 6 tanesi için aday gösterildi.
KONUSU :
Forrest Gump, zeka seviyesi 75 olan bir erkeğin hayatını ele alıyor. Zeka seviyesi nedeni ile devlet okullarına girmekte bile zorlanan Forrest Gump zamanla akla mantığa uymayan başarılara imza atıyor. Her ne kadar zeka seviyesi düşük olsa da fiziksel olarak son derece sağlam olan Forrest Gump, zamanla gelişen olaylar zincirinde bizi hayal edemeyeceğimiz bir dünyaya götürüyor.
Allah isteyip dileyen hiç kimseyi kıblesiz koymasın ve kıbleden ayırmasın. Kıbleli olmak, kıbleyi bilmek, kıbleyi anlamak, kıbleyi yaşamak; Allah’a, insana, kâinata ve tüm canlılara dost olmaktır. Kıbleli olduğu halde; Allah’a, insana, kâinata ve diğer canlılara dost olamayanlar, kıbleden habersizler demektir.
İslam medeniyeti kıble örgülüdür. Hak ve hukuk adına İslam medeniyetinin ortaya koyduğu ölçüleri, kıble inancı tesis eder. Kıbleli insanlar, taşıdıkların misyonun ne anlama geldiğini bilir ve evden sokağa, sokaktan işe, işinden sosyal hayatın bütününe, bu misyonu taşır ve yaşar. Müslüman olan veya olmayan her toplumun; tarihine, kültürüne ve inançlarına göre bir ahlak öğretileri vardır. Müslüman toplumların ahlak ilkelerini ise İslam belirler. Bunun en önemli göstergesi ise kıbleye yönelerek, Allah’a günde beş vakit namazla akit yenilemektir. Kıble misyonu sadece namazla bitmez. Müslüman kişi, her hareketinin kıbleye uygun olup olmadığından sorumludur.
Müslümanlar hal ve hareketlerini kıbleye göre düzenler dedik ama bir iki de örnek vermeli.
“Çocuklar Duymasın” diye bir televizyon dizisi var. Orada yatakları hariç herkes evin içinde ayakkabıyla yaşıyor. Dünyanın hiçbir ülkesinde artık evlere ayakkabıyla girilmiyor. İlkel Avrupalılar bir zamanlar giriyormuş ama onlar da terk etmiş. Eve ayakkabı ile girmek ve yaşamak, görgüsüzlüğün zirvesiyle beraber, evin kutsallığına ihanettir. Yalnız ne televizyonun yöneticilerini ne de dizinin yapımcı ve oyuncularını “Müslümanca davranmıyorlar” diye eleştiriyor değilim. Geçelim.
Müslüman ailelerde evlere ayakkabı ile girilmez. Müslümanlar kıbleye doğru uzanıp yatmazlar. Müslüman evlerde banyo ve tuvaletlerdeki oturuş biçimleri de kıbleye doğru değildir. Çok temiz olmasına rağmen, tuvalet veya banyoda kullanılan terliklerle salona ya da odalara da geçilmez. Kıble deyip duruyoruz da bakarsınız ne demek istediğim anlaşılmaz, bir açıklama yapayım. Kıbleyi işaret ederken, esas “Kâbe”yi işaret etmekteyiz. Su içerken kıbleye dönülür. Kurban keserken kıbleye dönülür, vefat edenlerin yüzü kıbleye çevrilir. Velhasıl hayırlı her işin yönü “Kâbe’dir.”
Yine bir televizyon kanalında yapılan yarışmada katılımcıya şu soru soruldu: “Gemicilikte kullanılan ‘kıble’ terimi hangi yönü işaret etmektedir.” Yarışmacı uzun uzun düşündükten sonra joker hakkını kullanarak seyirciye sordu. Seyircilerin önemli bir bölümü “Güney” dedi. Geriye kalanlar ise kuzey, batı ve doğu dedi. Ne kadar acı değil mi? Müslüman bir ülkede yaşayacaksınız ve hiç kıble kelimesini duymadan 25 yaşına geleceksiniz. Çevresinde hiç mi Müslüman kimse yoktu acaba? Evet, bu gençten bu kültürü ve bilgiyi kim esirgedi ya da öğretmedi?
Yetmiş yıldır ahlaki değerlerin çirkefler içine gömüldüğü ve kirli ayaklarla çiğnendiği ülkemizde; insanımızın yüzünde hayâ, içinde vicdan aramak için kıble kültürü önemlidir.
Huseyin Ozturk
İsrâ sûresi, 23-25. Ayetleri: Ayette yanınızda ihtiyarlık çağına erişecek olan anne-babaya “sakın öf bile deme onları azarlama; onlara güzel söz söyle. Onlara merhamet ve tevazu kanadını ger.” emredilir.
Bu bir teklif, bir rica veya bir tavsiye değildir, eğilip bükülemeyecek derecede kesinlik arz eden bir emirdir. Allah’ın emirleri de bilindiği üzere farzdır. Belki siz unutmuş ve gaflete dalmış olabilirsiniz, bundan dolayı da hatırlayamayabilirsiniz diye Rabbimiz bir de hatırlatma yapar: “Ey Rabbim, nasıl onlar beni küçükken besleyip büyüttülerse, Sen de onlara öylece merhamet buyur.” Yani “geriye doğru bir dönüp bakın” der, ardından; “Eğer siz salih kimseler olursanız, muhakkak ki O, kendisine yönelenler için çok bağışlayıcıdır.”açıklamasında bulunur, ihtiyar anne-babayı incitmeden hoşnut etmenin salih amellerden olduğunu, Kendisine yönelmiş olan böyle salih kimseleri de bağışlayacağını belirtir.
Pek faziletli bir iş olan yaşlı anne-babaya sahip çıkmak her müminin borcudur. Hem dünyasını, hem de ahiretini emniyet altına almak isteyenler, bu borca çok iyi sahip çıkmakla ancak muvaffak olabilirler.
Bir baba pek çok şey ile birlikte kızını da unutmaya başladı ise…
İçte bıraktığı acı çok büyük…
Dün akşam oğlumla birlikte masada çalışıyorduk.
Sevgili babam gelip yanımızdaki sandalyeye oturdu ve “Rana nerde” diye sordu bana
İlk önce kız kardeşimi soruyor sandım, “Esra mı?” diye yanıtladım.
“Hayır Rana yı soruyorum” oğlumu göstererek “Aziz in annesini soruyorum” dedi.
Şaşırmıştım.
Ben ile birlikte odada bulunan annem ve oğlum da aynı şaşkınlık içindeydiler.
“Babacım benim, Rana” dedim
Babam gözlerini kaçırdı ve bir süre sustu. Sonra “Ben iyi değilim galiba” dedi
“Aman babacım üzülme, hepimiz de var unutkanlık” diye teselli vermeye çalıştımsa da üzülmüştü. Fark etmişti bulunduğu hali.
“Biliyormusunuz son günlerde dayımın suretini görüyorum içerdeki odada” dedi ve kalktı yerinden. Bahsettiği odaya ağır ağır, iki büklüm, değneğine dayanmakta güçlük çekerek gitti ve geri geldi. “Yok.. Hayalmiş, birkaç gündür görüyordum oysa” dedi.
Dayısı 70 seneden fazladır vefat etmişti…
Alzheimer hastalığının gün geçtikçe ilerlediğini biliyordum .
Beni de unutmaya mı başlamıştı…Bu hayaller normalmiydi…
Fakat o nezaketli naif ruhlu babam “Seni tanımamam normal tabi, karşımda güzel bir bayan oturuyor sandım. Gözüme bir başka güzel göründün”diye iltifat ile birlikte gönlümü alma gayreti içine girdi.
Ah biricik babacım, çınarım, ömrü hayırla dolu mübarek adamım..
Bu akşam üstü annem ve oğlum işyerime geldiler. Eve beraber gidelim istemişler. Ne güzel 🙂
Dönüş yolunda hali ile otomobilin camlarını kapattım. Aziz bundan hoşlanmasa da ses çıkarmadı. Kuralları biliyor. Fakat dayanamıyor, birşey demesi lazım…
Bir müddet ilerledikten sonra :
-Annecim ben evlendiğim zaman hemen çocuğum olmasın istiyorum. Araba kullanırken , eşim yanımdaki koltukta oturacak, ben açacağım bütün camları, cd ye de “haydi bastır” yada “fark var” şarkısını koyacağım ! Cıstak cıstak gideceğim. Rüzgar füfür füfüüüürrr esecek.
– Ah ah hayallere bak
(anneannemiz bu arada basar kahkahayı)
Ben:
-Peki bu konunun çocuk ile alakası nedir? Neden hemen çocuk istemiyorsun küçük bey?
– Çünküüüü çocuk olursa camı falan açamam
-Neden?
-Camdan sarkarlar, rüzgar onları hasta eder diye dedim.
-Aman da aman
– Gülmeyin yaaa 😀
Yıllar önce eski Diyanet İşleri Başkanı’mız Ali Bardakoğlu söylemişti. Ardından da ilave etmişti: “Çünkü namaz Allah’ın huzuruna kabul edilmektir.”
Burada bir dakika duralım ve düşünelim bu tespit üzerinde; doğru değil mi? Beşeri münasebetlerde de böyle değil midir? Randevu istenilen makam randevuyu vermezse, görüşme imkânı var mıdır o şahısla? O huzura sizi kabul etmezse illa o zatla görüşeceğim, konuşacağım demen ne mana ifade eder? Kaldı ki şu an bahse medar olan ne bir kaymakam, ne bir vali ne de daha yüksek rütbe ve makamlara sahip bir fani şahıs; aksine kâinatın yaratıcısı Allah (cc).
Buradan hareketle ağır aksak da olsa namaz kılan bir insan öncelikle huzura kabul edildiği için, o imtiyaz kendisine tanındığı için şükretmelidir. Zira istedikleri halde o ölçüde olsun alnını secdede seccade ile buluşturamayan insanlar var. Daha ötesi inandım dediği halde ne namaz, ne oruç ibadetin hiçbir formu gündeminde yer etmeyen müminler var.
…
Pekâla namaz ödev değil midir? Tabii ki ödevdir, tabii ki vazife vecibedir. Namazın bir mükellefiyet olarak bize sunulması, ayetlerle emredilmesi, Efendimiz’in tatbikatı ile ‘nasıl’ının bizlere anlatılması bunu gösteriyor. Ama Bardakoğlu hocamızın baktığı perspektif namazın imtiyaz yönünün ödev, vecibe ve vazife boyutunu bastırdığını ifade ediyor ,buna vurgu yapıyor.
Son olarak “O’nun huzurunda O’nunla iletişim kurmak az bulunur bir fırsattır.” diye bağlıyor sözlerini hocamız. Doğru. Kul olarak bize düşen de bu ‘az bulunur fırsatı’ hem dünyamız hem de ukbamız adına değerlendirmek değil midir?
Ahmet Kurucan
Yatmaya hazırlanırken annesi ona yardım etmektedir.
Aziz:
-Annecim sen benimle ne çok ilgileniyorsuuunnn, benim için yoruluyorsuunnn, sen ne tatlı bir annesin.
-Tabi ilgileneceğim oğlum, sen benim birtanemsin, büyüyorsun, öğreniyorsun. Kendi kendine yetince artık işlerini sen yapacaksın
-Sen de yaşlanıp dedem gibi gücün azaldığında ben yardım edeceğim sana
-Ah bir tanecim benim, canım yavrum.
Aziz in birden bire çehresi değişir, yüzü asılır, ağlamaklı bir sesle:
-Yaa ben napıcaaammm
-Ne oldu? !
-Sen yaşlanınca ben bakacağım sana ama benim çocuğum yok ki, ya ben yaşlandığımda bana kim bakacak? Napıcam o zaman ben, hee söyle bana napıcam ben ? 🙁 üüüüüüğğğüüüüüüü
– :S
Normal olarak Aziz’in gelecek endişesini çok yersiz, komik ve çocukça bulmuştum. Hatta eşimle gülüşmüştük. Ancak durup üçüncü bir gözmüş gibi dışardan baktığımda yetişkin insanlar olan bizlerin de yarınlar için taşıdığımız endişelerin ne manasız olduğunu fark ettim. Çocukça bulsak da sıklıkla yaptığımız şeylerden biri…