Olaylara bakışımızı, yorumlayışımızı ve uygulayışımızı hiç düşündük mü?
Bir şeyleri ertelemenin, sürekli mazeret üretmenin, yada daima gecikmiş olmanın üzücülüğü nasıl bir his biliyor muyuz?
Ertelediklerimizi ele alalım ilk önce.
Dikkat ederseniz , özellikle hayırlı bir iş yapmak istediğimizde şeytan gelir dikilir tepemize ve sürekli o işi daha sonra yapmamız için kulağımıza fısıldar durur. Hani başka işlerde uğramaz kapımıza, ıvır zıvır işleri erteletmez de bize , hep asıl vazifelerimizi yerine getirmek için adım atacağımız anlarda yanı başımızdadır.
Namaz kılmak için niyetlendiğimizde,
hayırlı bir iş yapmayı planladığımızda,
imkanımız varken hacca gitmek istediğimizde….
vs, vs…
Adı üstünde : Şeytan….
Sevaptan uzakta, günahın ta içinde tutacak bizi.
İnsanız, normaldir bu gibi haller. Ama asıl mühim olanı günahtan sonraki tavrımız. Tövbe ediyor olmamız, halimizi savunmaya geçmeyişimiz ve hemen istiğfar etmemizdir.
Şeytanını öldüren , hayırlı işleri için besmele çekmekte gecikmeyenlerden oluruz inşallah.
Peki ya zamanı iyi kullanamayıp ta , geç kalışlarımız?
Nedense insanoğlu musibetler başına gelmedikçe idrakte zorlanıyor.
Bir adama oturup zamanın kıymetini saatlerce anlatın, örnekler verin, yinede o kıymetli zamanı tüketmeden anlayamaz değerini. Ta ki ömür sermayesini bitirip de geriye dönüp baktığında bir arpa boyu bile yol almamış olduğunu anladığında….
İş işten geçmiş olduğunda…
İş hayatımızda yetiştirmemiz gereken bir işi tamamlamak için zamanımızın kalmadığını fark ettiğimizde bize 1 tek gün daha verseler ne çok seviniriz değil mi? Neler sığdırırdık o bir günümüze?
Peki ya ömür?
Geçtiğimiz akşam kitaplığımı toparlarken sevdiğim bir kitap geldi elime. Seneler önce okuyup kaldırmışım diğer kitapların arasına. Murat Başaran’ ın kitabı…
Zaman a dair bir paragrafında şöyle demiş ve ben altını çizmişim : Cebindeki üç kuruş parayı sarf ederken kılı kırk yararak hesap yapma hassasiyetini gösteriyorsun da, ne kadarını ödünç olarak sahiplendiğini bilemediğin zamanı iştahla nasıl yutuyorsun?
Evet nasıl? Bunun sorgusunu içimizde derin derin yapmaya çalışırsak ortaya çıkanın ne olacağını hepimiz az çok biliyoruz değil mi…
Zarar-Ziyan…..
Tüketiyoruz ömrümüzü hoyratça.
Kıymetini bilmeden, geri gelmeyeceğini hiç düşünmeden.
Tıpkı bir mirasyedi gibi.
Ve sonunda geç kaldığımızı fark edişimiz bir tokat gibi çarpacak yüzümüze.
İstediğimiz elbet bu değil.
Ama istediklerimiz ile yaptıklarımız arasında derin uçurumlar var.
Birde sürekli mazeret sürenler var ki onların hali daha da acıdır aslında. Sürekli imkansızlıklarını dile getirir dururlar.
Tıpkı benim gibi….
Oğlum dünyaya gözlerini açtıktan sonra alışmakta zorlandığım bir tempo içinde bulmuştum kendimi. Ne ev işime, ne çalışma hayatıma, nede bebeğimin bakımına yetişemiyordum. Tabi namazlarım da aksıyordu. Bir gün kıymetli hocam Cemil Tokpınar ın sözü ulaştı kulaklarıma “ya namaz kılmamak için bahane ettiğiniz sebepler elinizden alınırsa”
Nasıl bir korku sardı ruhumu tahmin edersiniz.
—–
Mustafa İslamoğlu’ nun fevkalade yazısından küçük bir alıntı :
“İmkanım yoktu” deme
Kendine doğruyu söyle.
“Üşendim” de…
“Tembellik ettim” de…
“Canım istemedi” de…
“Yapmak içimden gelmedi” de…
Hiç değilse “yattım” de…
Ne dersen de, ama “imkanım yoktu” deme
Unutma , iman en büyük imkandır.
İmanı olanın imkanı tükenmez
Hatta kimi zaman “imkanım yoktu” demek, imanım yoktu” demeye bile gelebilir.
-Rana-
Bir yanıt yazın